Скачать книгу

takip etmiş, aynı kanunların hükmü altında tekâmül eylemiştir. İlkel insanların bütün fikrî gelişimlerinin taştan bazı aletler yapabilmeye, biraz sonra derilerle örtünmeye varabildiğini ortaya koyan münekkitler, bu fikir seviyesinde olan bir adamla Hz. Musa, Hz. İsa veya Hz. Muhammed (s.a.v.) ümmetinin marifetullahı ve inançları kabul edişte denk ve eşit olamayacaklarını, bunun aksine bir iddianın tarihe, tabiata, bilimlere ve doğru düşünmeye aykırı bulunduğunu ileri sürmektedirler. Bu düşünce, insanlık ve peygamberlik sırları aradan çıkarsa bir derece doğru olabilir. Fakat peygamberlik kaydıyla yarı kuvvetini kaybeder. Yukarıda sözünü ettiğimiz mutasavvıfların içtihadına göre ise hiçe iner.

      Maddiyatla maneviyatın tekâmülde birbirine bağlı olarak beraberce yürüdükleri iddiası, tarihin daima yalanladığı şeylerdendir. Bu kadar yalanlamalara rağmen zamanımızın filozoflarından birçoğu hâlâ iddialarından vazgeçemiyorlar. Bunun için birkaç misalle durumu açıklayalım.

      Birkaç bin sene evvelki hayat tarzı ile yaşayan, hâlâ binlerce sene evvelki tarzda yiyen ve giyinen bedeviler görüyoruz ki muhitlerinin gereği olarak bunların medeniyet âlemiyle önemli ve ciddi hiçbir münasebeti görülmüyor. Böyle bir bedevinin gelişmişlik seviyesi son derece geridir. Altı yedi bin senelik ilerleme ve gelişmeden öyle bir bedevi tamamen habersiz ve nasipsizdir. Bununla beraber yurdu, en gelişmiş ve ilerlemiş adamlar derecesinde ince duygular sahibi bir şair, derin bir dil bilgini yetiştirebiliyor. Eğer bedevinin ilerlemesini ve manevi durumunu sanatından, geçim ve yaşayışından bir sonuç çıkararak anlamak doğru olsaydı, onu şiirden, güzel ve düzgün söz söyleme sanatından ve manevi tekâmülden mahrum bulmamız lazım gelirdi. Hâlbuki gerçek böyle olmayıp bunun aksinedir.

screen_71_60_21

      İşte bir misal daha: Aristo, şimdi dünyada bulunsa da bir iş arasa, mesela bir demir yolu şirketine müracaat etse, basit bir makinistliği bile kendisine vermeyecekleri meydanda… Hele giydiği elbise sebebiyle medeni çocukların onun arkasından koşacağı da muhakkak… Hâlbuki Aristo’nun zamanımıza göre inkâr edilemeyen bu eksiklikleri, onun bazı bilim dallarında hâlâ eşsiz bir üstat olmasına mâni olabilir mi? Birkaç bin sene daha önce mantığı ve önermeler bahsini artık bir zerre ilave edilemeyecek derecelerde geliştiren Aristo ortada dururken günümüz demir yollarıyla kıyasla Aristo’nun bugünkü mantıkçıların topuğuna yetişemediği iddiasında bulunmak doğru mudur? Elbette değil.

      İşte diyanet ve nübüvvet de böyledir. Hayvan postu giyinen bir şanlı nebinin şimendiferi bilmeyişi ilahi bilgilerle bezenmiş, hele vahiy ve ilham ile yüceltilmiş olmasına engel görülemez.

      Bu hususta son ve kesin bir delil daha ileri sürmek isteriz: Bugün kimsenin inkâr etmediği tarihî hakikatlerdendir ki ilimlerin ve fenlerin tekâmülünden sonra elde edilen bir netice olmak üzere peyda olması lazım gelen felsefe, bunun aksine ilimlerden ve fenlerden önce hasıl olmuş, ilimleri ve fenleri kendisi doğurmuştur. Beşerî maneviyatı geçim şekillerinden ve sanayileşme mertebelerinden sonuç çıkararak anlamaya kalkışanları ve özellikle nübüvveti inkâr edenleri yalanlamak için bundan büyük tarihî şahadet ve vesika olamaz.

      Hak ve batıl, gelişmiş ve eksik kalmış muhtelif dinleri tarih devirlerinde birlikte görmekteyiz. Bundan dolayı iptidai dini mutlaka (animizm – ruhiyyun) yahut (fetişizm – putperestlik) gibi öğretilerden ibaret zannetmek davasına da çürütülmüş bir dava gözüyle bakarak dinleri, insanlık için önemi çok açık olan ahlaki şekilde tasnife başlıyoruz.

      6. BÖLÜM

      MANEVİ KIYMETLER BAKIMINDAN DİNLERİN TASNİFİ

       Batıl Din – Makul Din ve Tabii Din – Hak Din ve Semavi Din – Karışık Din

      1. Batıl Din

      Medeniyetin şereflerinden biri de “asli fikir”den başka, din kelimesinin kapsamış olduğu fikirler topluluğundan mahrum, akıl ve hikmete aykırı ve apaçık hezeyanlarla dolu olan dinlere çoktan beri değer vermiyor olmasıdır. Puta tapmak, hayır ve şer ilahı olarak iki ilaha tapmak (Mecusilik), insana tapmak, zamanımızda ancak ilkel hâlde bulunan cahil, bedevi veya vahşi kavimlerde görülebilir. Bundan dolayı batıl dinler hakkında uzun uzadıya söz söylemeye lüzum yoktur. Ancak batıl dinler unvanını verdiğimiz dinler ile doğru ve batıl fikirlerden mürekkep olan karma dinleri birbirine karıştırmamak lazımdır.

      2. Makul Din ve Tabii Din

      Bu iki tabir, aynı manayı ifade ederler. Her ikisi de yeni icat edilmiş şeyler değilse de gelişmesi ve yayılması son medeniyetin mahsulüdür. Avrupalı akıllı kimseleri böyle bir din edinmeye sevk eden cihet şunlardır:

      Birincisi: İnsanların din hissinden, din ihtiyacından soyutlanamayışı.

      İkincisi: Onlarda yaygın olan dinlerde akıl ve tabiata aykırı inanç ve meselelerin bulunması sebebiyle bu dinlerin, tenkit ve inceleme kudretine erişmiş adamların vicdanına rehber olamayışı.

      Medenileşme tarihini güzelce tetkik edersek görürüz ki Avrupa vicdaniyat [psikoloji] ve içtimaiyatının [sosyoloji] faaliyete geçerek gelişme devresine girmesi, “Lüter ve Kalven”in “Islahat – Reforme”u ile başlar. Bunların teşebbüsü, makul ve tabii [doğal] dine doğru birer dev adımı idi.

      Hristiyanlığın Katoliklik şeklindeki “akıl ve tabiata aykırı” inanç ve merasimlerin çoğu, Protestanlık tarafından çıkarıldı ve ortadan kaldırıldı.12 Fakat birçok kola ayrılan Protestanlık, kesin ve artık ıslahata muhtaç olmayan bir şekil alamadı. Hatta birçok münekkidin görüşüne göre ıslahatı aşırı derecede yapan kolların Hristiyanlıkla hemen hiçbir münasebeti kalmadı. Bununla beraber Hristiyanlığa mahsus olan akidelerin hiçbirisi akıl ve bilim ile uzlaşma kabul etmediğinden nihayet “Hristiyanlığın kendine mahsus çizgileri ve şekilleri” ile hiçbir münasebeti olmayan şekillerde ve sırf “akli ve felsefi” dinler tasavvur edilmeye başlandı.

      Bununla beraber “tabii din” genel başlığı altında görülen din şekillerinde birbirine tam uygunluk ve kesinlik bulunduğu sanılmamalıdır. Bu yeni mezhepler, bazı müşterek hususlara malik iseler de başka birtakım hususlarda birbirine hiç de benzemezler. Bundan dolayı tabii din hakkında bir fikir sahibi olmak üzere “müşterek çizgiler ile maksat”ı göz önünde bulundurmak lazımdır. Tabii dinin planı şöyledir:

      1. Uluhiyetin tasdiki

      2. Ahlak

      3. Külfetten arınmış ve kalbî ibadet

      4. Akıl ve bilime aykırı fikirlerden uzak durma.

      Bu dört dinî şartın tatbik ve tefsirine gelince: İş, herkesin mensup olduğu felsefi ekole göre değişiyor. Ruhçuların mezhebinden olanlara göre asli şartlar, semavi dinlere son derece yaklaşıyor. Jul Simon ve benzeri ruhaniyyunun [ruhçuların/spiritüalistlerin] fikirlerinden anlaşıldığına göre yukarıda zikredilen dört şart, şu şekilleri ihtiva ediyor:

      1. Ruhani şahsiyet sahibi, kâinattan zatı bakımından ve mantıkça ayrı bir var edici

      2. Cesetten özü itibarıyla ayrı, yok olması mümkün olmayan ve şahsi bir ruh

      3. Vazife ve cezalandırma esası üzerine kurulmuş ahlak

      4. Külfetten arınmış ve batıni ibadetler

      İşte görülüyor ki tabii dinin bu şekliyle semavi dinler, yani bir nebiye mensup dinler arasındaki fark, birincilerde mucize ve esrar gibi harikaların, nebilik vahyinin, dinî ayin ve dinî şartların çıkarılmış ve ikincilerde kabul edilmiş bulunmasından ibaret kalıyor. Böyle olmakla beraber bu şekilde bir tabii dini kabul edip bu yola girenlerin bir

Скачать книгу


<p>12</p>

Musa dininde de bu tür hareketler ve teşebbüsler görülmüştür. Buna bir örnek olarak Endülüs’te yetişen filozof “Mimonid” [Musa bin Meymun] Musevilikte birçok ıslahat yapmıştır.