Скачать книгу

yüreklikleriyle tanınmışlardı. Hele kızları Nuran Hanım, o kadar şuh ve şakrak, ince ruhlu idi ki, bakışlarından bir türlü doyulmazdı. Mıknatıslı ela gözleri, kara dalgalı saçları, yumuşak ılık teni, tatlı sözleriyle o, sanki başka bir istekle yaratılmış özenişle. İşte Turgut’un düşüncelerinde yaşayan bir kadın…

      Akşam eve geldi. Çiçesi tarafından Toroslular’a takdim edildi. Buluştular, oturdular. Turgut dilinin olanca gücünü harcayarak Nuran hanımın gönlünde açık bir iz, temiz bir sevgi izi bırakabilmişti. O, bir genç kıza kendini sevdirmek, onun sevgisi uğrunda bütün kurumlarını (?) birdenbire anlamak ve örgüde (?) düzgülerini düzmek yolunu bilirdi. Hatta bir yıl evvel komşularına gelen bir dansözün kızı ile nasıl eğlendiğini ve onu nasıl oyaladığını daha unutmamıştı. Turgut bu husus için pek ehliyetliydi.

      Nuran’ın babasına gelince, bu da pek alicenab idi. Bir kaç seneden beri Hayvanat Koruma birliğinde aza idi. Başlıca istediği biricik kızı ağırlayacak bir adama vermekti. Onun için kızına dilekçi çıkan Turgut’un huylarını günlerce, haftalarca araştırıp anladıktan sonra kendilerine pek uygun olduğunu takdir etmiş ve evlenmede hiç bir engel görmemişti. Nişanlandılar. Fakat bu iki güzel yavuklunun az bir zaman için ayrılmaları gerekti. Çünkü bahar gelmiş her taraf yeşillenmiş, bu yüzden Toroslular, o çevrelerdeki köşklerine, Turgut da İstanbul’un gürültüsüz bir köşesinde oturan büyükannesini öğdüçlemek (?) için gideceklerdi. Yüreklerinin duygularını daha bütünüyle birbirine anlatmadan bu iki nişanlı için ayrılmak ne kadar açıydı, Allah’ım. Artık ayrılıyorlar. Nuran, Turgut’un elini sıkıyor:

      – Her gün için bir yazınızı isterim. Diyordu.

      Bunlar yalnız mektuplaşmak ile kalmadılar. Aralarında ilk önce ufak armağanlar gelip gitmeye başladı, sonra armağanlar büyüdü sıkılaştı derken bir armağan yarışıdır koptu. Acaba hangisi daha iyisini seçecek. Nitekim biri işlemeli bir terlik gönerirken, ötekisi değerli bir broş gönderiyor. Hatta bir gün Turgut ormanda avlanırken (?) ve vurduğu bir kaç kekliği taahhütlü olarak Toroslular’ın adresine postalar ve cevabını beklemeye koyulur. Turgut’un beklediği cevap pek ağır geldi. Topu topuna beş kelime: “Efendi! Bağımız çözüldü… Nuran Toros”

      Turgut, beyninden vurulmuş gibi döndü: “Ne! Bağlarımız çözüldü! Bu ne demek? Sebep ne? Ben bunlara ne yaptım? Yoksa Nuran için daha zengin birisini mi buldular? Yok, yok, buna ihtimal yok. Ben Nuran’ı bilirim. Mutlaka başka bir sebep var, fakat ne?”

      Turgut gizli kalan sebepleri anlayabilmek için Toroslulr’a bir yazı yazdı. Cevap yerine o güne dek gönderdiği armağanları geri aldı. Broş, yüzük, keklikler…

      Heyhat, bu gözlerinin önündeki nesneler yıkılan ümidinin enkazı idi. Nuran’ın eli bunlara sürünmüştü. Turgut bunlarda bir koku, Nuran’ın kokusunu arıyordu. Eyvah, Turgut, bütün bu uğursuzlukları son armağanı olan kekliklerden biliyordu. Onun için ayaklarından yakalayarak pencereden dışarı fırlatmak istiyordu. Bu maksatla kalktı, ilk yakaladığı kekliği çekti. Fırlatmak için kollarını salladı. Kekliğin kanadı arasından bir kâğıt parçası düştü. Kâğıdı alıp okudu. Kâğıtta şöyle yazılmıştı: “Gözüm babam beni size mektup yazmaktan menetti. Bununla sizi, olup bitenden haberdar edebilmek için annemin müsadesiyle şu mektubu yazmaya mecbur kaldım. Sizi alicenab ve pek mürüvvetli bir genç sanıyordum. Ne kadar aldandığımı en son armağanınız olan kekliklerin soğuk lâşeleri anlattılar. Meğer siz canavar yaradılışlı, melek görünüşlü imişsiniz. Siz, bu biçarelere kıyarken vicdanınızda hiç sızı duymadınız mı? Hiç mi hiç kalbiniz, elleriniz titremedi mi? Efendi bu kaya yürekliğinizden ötürü bana koca olamayacağınızı beyan eylerim… Eski yavuklunuz: Nuran Toroslu”61.

      TARİHİN KANLI YAPRAKLARINDAN

Ağaoğlu Ahmet ŞükrüKerkük Gazetesi: Sayı 12921 Ağustos 1952

      Derebeylik devirlerinin karanlık yıllarında idi. Akıncı ordu yurdun her tarafını istila etmiş bütün çevreleri kasıp kavurmuş idi. Mukaddes vatanın, düşman çizmeleri altında inlediğini gören Derebeyi ecdadının damarlarında dolaşan kan, kendisini kudurtuyordu. Kendi kendine.

      Dedelerim bu ana kadar vatana düşman soktu mu? Onlar, o mert kahramanlar bu pak ve mukaddes yerleri kimseye çiğnetmediler. Fakat ben hiç birşey yapamadım. Evet, düşman çok çoktur. Galip gelmek müşkül, müşkül ama mertçe ölmek kolaydır, dedi.

      Gecelerin birinde apansızın, oradan buradan topladığı derme çatma silahşorlerle düşman ordusunun kalbine hücum etti. Başkumandanı öldürdü. Sayısız zayiat verdirdi. Kılıcı pençesinde parçalanınca dövüştü, boğuştu.

      Koyun sürüsüne dalmış kurt gibi önüne geleni yere serpiyordu. Maiyetindekiler dörder, beşer düştü. Kendisi de, her tarafı kan akan yaralar tesiri altında dermansız yere yuvarlandı. Talihsizliği kendisini sağ bıraktı. Düşman padişahı, Derebeyine pek ağır görülmemiş, işitilmemiş bir ceza düşündü. Ve kararını ailesi efradıyla mahpushanede son saatlerini bekleyen derebeyine tebliğ etti.

      Derebeyinin bir eşi, genç, gül kadar güzel bir kızı, üç oğlu beraber mahpus idi. Padişah kararında böyle söylemiş:

      – Ailenizin ismini âlem tarihinden bütün bütün silmek istemiyorum. Hepiniz ölümle mahkûmsunuz, size celladlık etmesi şartıyla büyük mahdumunuz, oğlunuz, başlarınızı balta ile kestikten sonra affedecek ve şatosunda yaşayabilecektir. Aksi halde, mahdumunuz, kabul etmediği takdirde, cellâd-ı mutat merasimden sonra derilerinizi yüzerek, tazip ederek, azalarınızı tedricen kesmekle hepinizi öldürecektir.

      Karar çok ağır çok vahşiane idi. Derebeyi gözlerini kaldırdı, on sekiz yaşında olan büyük oğluna dikti ve:

      – Oğlum, dedelerinin bir zerre kadar kanı damarlarında varsa, emirlerini yerine getir. Önce benim sonra da sırasıyla ananın, kardeşlerinin ve bacının başını kes. Seni bu kahramanlığınla dünya kaldıkça yurdaşlarının bir mefharet abidesi kalacaksın. Sen, bunu yapmayacak olursan ailemizin nesli inkıraza uğrayacak ve aynı zamanda daha zalimane öldürülecektir.

      Aile efradı birer birer yalvardılar. Genç konuşamıyordu. Donmuş gibi idi. En sonra annesi büyük oğlunun önünde diz çöktü. Göğsünü açtı. Pençeleriyle memelerini sıkarak:

      – Ey yavrum, dedi, babanın oğlu olduğunu ispat edecek zaman geldi. Sana verdim, hakkı helal ettim. İster misin namahrum el değmeyen, seni besleyen bu memeler cellât pençesiyle kirlensin? Hayır, sen mertsin, namert olamazsın, bizi öldür. Dedikleri gibi öldür. Bizden sonra çabuk evlen, evlatlarına anlat, bu toprakları kurtr. Genç başını kaldırdı:

      – Peki, dedi.

      Artık bütün aile efradı çılgın bir sürur içindeydiler. Bir saat sonra siyaset meydanına çıkarılan bu aile efradı düğüne gelmiş gibi şen idiler. Yalnız derebeyinin büyük oğlunun omuzlarında çok ağır bir yük varmış gibi beli bükülmüş, çehresini derin bir hüzün sarmıştı. Üzerine baş konulacak ağaç kütüğünün önünde durdu. Bir mahşer seyircinin iğrenen bakışları karşısında baltayı kaldırdı. Baba yaklaştı. Başını kütüğün üzerine bıraktı:

      – Oğlum titreme, aslancasına vur. Bir kaç saniyeden sonra hepsi biter, dedi.

      Gencin elindeki balta havaya kalktı, indi, sırasıyla beş defa balta yükseldi, indi. İşi sonuna ermişti. Baltayı elinden fırlattı. İlerledi, birer birer kestiği başların alınlarını öptü. Bir şeyler mırıldandı. Ve ağır ağır mert adımlara meydanı terketti.

      Hadiseden otuz sene sonra idi, düşmanı, derebeyin

Скачать книгу


<p>61</p>

Üstat Ata Terzibaşı’nın anlattığına göre, Tevfik Celal Orhan, İleri gazetesinde yayımladığı bu ilk ve son hikâyesiyle edebiyat dünyasına girmiştir. Daha sonra kendini şiire vermiştir. Şiirlerini 1940 yılından itibaren yayımlamaya başlamıştır. Terzibaşı, bu öyküyü şu biçimde değerlendirmektedir: “Bu hikâye, her ne kadar yabancı sözlerden arınmış ve öz dille yazılmış bir eser ise de, akıcı olmayan üslubu, konuşur bir dile kaymaktadır. Buna sebep uydurma ve garip sözlerin hikâyede, boylu boyuna kullanılmış olması ve yazarının edebi dile pek hâkim olmamasından ileri geliyor. Şu var ki, o tarihlerde nadir görülen bu yeni tarz yazı, sonraki yazarlar için bir başlangıç noktası sayılmaktadır”. Bkz: Kerkük Şairleri, kitap 3, cilt 8, sayfa 269.