Скачать книгу

parçalarken arkasından gelip selamlaşan kıza:

      – Yavrum, okul müdürünün evi ta orada, – diye eliyle işaret etmiş. Aslında, okula gelen bir stajyer kız olduğunu düşünmüş olmalı ihtiyar.

      – Nine, gerçekten de tanımadınız mı beni? – demiş kız hayran bakışla. – Ben Bibiajar’ım ninecim.

      – Evet, evet, Satbek’in baldızı mısın, yavrum! Onlar dün Törtköl’e gideceklerini söylemişlerdi. Evi kapalı mı, acaba?

      – Ninecim, bakar mısınız?! Ben Marcankül’ün…

      – A-a, ne dedin… -diye Sağira ana, şehirde yaşamakta olan biricik kızının adı söylenince bir an durakaldı. Ardından çok zaman geçmeden, elindeki aydemiri düşürür ve misafir kıza sarılır. – Allah Allah, benim Bibişim’miş ya kapıya dayanan! Aman Allah’ım nasıl da tanıyamadım. Güneşim beni… Demek gün gelecek beni de arayıp soracakmışsın! İsteyince bunak nineni sen bile bulabilirmişsin.

      Böylece Sağira ana bir ağlar, bir güler ve şehirden gelen kız torununu sevecen sözlerle şımartır.

      Bibiajar geldiği günden bu yana hayatımıza büyük bir değişiklik getirdi. Daha önce hayvan sulamaya gitmek istemezdik. Hatta biri bizi arkamızdan itekliyormuş gibi zar zor giderdik. Artık öyle değil, kuyu başına gitmek için can atar, fırlar hale geldik.

      Köyümüz her şeye rağmen içme suyuna büyük saygı duyuyor ve değer veriyordu. Onun her damlası tasarruf edilir, el yüz yıkanana dek (özellikle çoluk çocuklar) takip ederdi. İhtiyacın dışında fazla su kullandığı fark edildiğinde yani bir avuç su bile fazladan tüketirsen:

      – Hay da, suyu gereksiz yere harcama!

      – Tamam artık, koca evine bugün mü gidecektin, yahu?!

      – Sanki benim evin kerpicini dökmüş gibi bir de suyu o kadar akıttığına bak! – diye sertçe tembihlerdi.

      Bibiajar geldiğinden beri kuyu başında birbirimizle su döküp kovalamaca oynamaya başladık.

      Bu sırada ovadaki kuyumuzun suyu da çoğaldı. Eskisi kadar değil, kendimizi o kadar rahat hissettik ki, bu dünyaya geldiğimiz günden beri canımızı acıtan, belimizi büken ağır bir yükten kurtulmuşçasına hafifledik. Artık Bibiajar’ın hayvan sulama yerine her gün gelmesini içtenlikle diler olduk. İster o söğüt ağacı gibi eğilip kuyudan su çeksin, ister çekmesin. Her neyse biz Sağira ananın koyunlarını oynaya güle sulamaya hazırız. Yeter ki, aramızda gümüş gülümsemesiyle, neşe içinde dolaşsın.

      Gerçekten de onun karakteri bir çocuğun karakteri gibiydi. Köyümüzdeki bütün kızlardan daha güzel olmasına rağmen kibir ve gurur nedir bilmezdi. İki yanağı al yanar, bizimle beraber eğlenir oynardı. Bir gün su serperek sırılsıklam olmasına sebep olduk. O an ince yazlık elbisesinin altından tüm vücut hatları, göğüs ucu çok net bir şekilde göründü. O bunu fark ettiğinde garip bir şekilde utandı ve açık renkli yüzü birden kıpkırmızı oldu. Buna rağmen mahcubiyetini gizlemeye çalışarak, kısa kısa gülümsemelerini sürdürdü.

      Güzellik denen şeyi o an ilk kez görmüş ve idrak etmeye başlamıştık.

      Darı tanesi kadar bile kusuru bulunmayan, bu güzel varlık, o muhteşem heykel bizi büyülemiş, ruhumuzu alt üst etmişti. İsteksizce kaçırdığımız gözlerimizi yere diktik. Daha sonra biz birçok defa onunla kovalamaca oynadıysak bile, üzerine su serperek, onu ıslatmamaya özen gösterdik.

      Gündüzün yakıcı sıcak hava dalgası kırılmaya başlamıştı. Yavaş yavaş karanlıkla birlikte gecenin serinliği kendini hissettirmeye, kızıl çöl bozkırının en güzel ve en rahatlatan hali çökmeye başlamıştı. Üstelik bu vakit doğa, insan ve hayvanlara nefes aldırır, rahatlatır, sakinleştirirdi.

      Bedenin birdenbire bir canlanırdı. Böyle anlarda köyümüzün kavgacı yaşlı kadınlarının dahi bağışlayıcılığı, hem cömertliği hem de kibarlığı tutardı:

      – E-e-e, işte bu karartılar da nedir? Oynayan çocuklar mı, acaba?

      – Boş ver, kadın, oynasınlar! Çocuk işte, çocuklukta oynarlar…

      – Hay hay, aynen, bir şey dediğim yok! Oynasın. Ahırdaki hayvanlar tamam. Dün şu çevik sarı keçinin geçen sene yavruladığı oğlak gelmemişti. Bugün ise hepsinden önce o geldi, şeklindeki sohbetlerinden çok rahat olduklarını anlamak mümkün.

      Bizim köyün en kötü yanı ise, çok hayvan sevdalısı olmasından kaynaklanmaktadır. İki laf arasına ahırdaki hayvanların her gün durumundan bahsetmezlerse olmaz, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor. Onların bu ıssız çöle katlanmalarının nedeni, aşırı derecede hayvan sevdası olmaları. Uzun zaman evvel, sürü sürü hayvan otlatan atalarımız, günün birinde yurtta “zorla el koyma” belasını duyunca, kışın ılık olacağı zannıyla ve sadece kışı geçirmek üzere geldikleri kışlak çöl bozkırından taşınmamışlar, hayvansız kalmaktan korkmuşlardı. İşte, böylece Sovyet Hükümeti’nin derin tuzağından da kurtulmuşlardı. Ancak ıssız çölün kapanına iyice yakalanmışlardı.

      Evet, o zamandan beri bu köy defalarca yeşil meralarını, çimenli çayırlarını özlediğini, kaç kez oraları arzu ettiklerini bilemezsiniz… Fakat şimdi Sovyetlerin nüfuzu sona ermiş, izi silinmiş olsa bile, eski günlerdeki gibi baharın gelişiyle yeşile bürünmüş dağlara göç edecek elverişli zamanlar geride kaldı…

      Yumuşak bir çöl akşamında bizim köyün yükseklerinde bir şarkı duyuldu. Gitarın kibar müziğine eşlik eden büyülü bir ses dikkatimizi çekti. İşte, bu ses Sağira ananın evinin yakınlarından gelmekteydi.

      Açılmış gibi büyük gölde

      Yüksek hayat kapısı.

      Su üstünde kayık simge

      Muhabbetin beşiği.

      Elbet, bu Bibajar’dı! Kesinlikle bu onun sesiydi! Ondan başka kim olabilirdi ki? Biz dinlemek için biraz kulak misafiri olduk ve doğrudan Sağira ananın evine fırladık. Bir süre sonra hepimiz Bibiajar’ın yanına üşüştük bile. Bibiajar, kışın odun olsun diye traktörle sürükleyip getirilen bir kütüğün üzerinde oturuyordu. Bizi görmesine rağmen şarkısını kesmedi. Gitarın yumuşak müziği ve onun sedalı nazik sesi Şavli’nin serin alaca karanlık akşamında, dipdinç bir havada ta uzaklara kadar yayılıyordu.

      Aslında, köy sakinleri sadece düğün bayramlarda, doğum dolayısıyla yapılan törenlerde, çeşitli eğlencelerde dörtlükler söylerdi. Orada iyi başlayan şarkı sonlara doğru yoldan eşlik etmek üzere katılan sermest seslerin çoğalmasıyla mahvoldu.

      Sıradan günlerde Şavli’nin yerlileri şarkı söylemezlerdi. Bazen, yalnızken oturup, mırıldanırlardı, söylerken yanlarına birinin ansızın geldiğini fark ederlerse, birdenbire şarkıyı kesip, hiçbir şey olmamış gibi başka yöne bakakalırlar.

      Ancak, tam bugünkü kadar kendi kendine, avuç kadar bir köyün mütevazı insanlarından çekinerek, yadırgamadan, güzel bir alacakaranlık akşamının kucağında oturup şarkı söylemek, kimsenin aklına gelmemişti.

      Şarkı yükseldikçe bizim çocukluk hayalimizin kanatlı kuşu da uzaklara dalıp yükseliyordu. Hayatımızda hiç göremediğimiz o büyük gölü ve âşıkların oturduğu kayığı bile çok net görmekteydik.

      Küreğini veresin bana,

      Ben küreyeyim, sen küreme.

      Su çınlayan gülüş

      Senin gülüşün değil mi?

      Keşke, mavi göl güneş

Скачать книгу