Скачать книгу

tutarak yatardım suyun dibinde. Sukamışından tutmasını bilmezdi herhalde, ondan hızlıca dışarıya fırlardı. Çok zayıf kara bir çocuktu. Joldasbek ise kurnazdı hemen müteakiben çıkar, kazanırdı. Kısa boylu, şişmandı. Amanbay’ ın üzerine asılır binerdi. Zayıf çocuk zor ayakta durur onu kaldıramazdı. Köprüden oraya buraya yalpalayarak geçerdi. Kurnaz Joldasbek atı teper gibi ciğerlerinde tepinerek:

      “Hadi eşeğim, hadi!” diye zorlardı.

      Dayanamadan Batırhan’a:

      “Hiç hareket etme!” diye tembihleyerek gittim yanlarına. Kurnaz Joldasbek’e:

      “Hadi, gel, davay!” dedim. “Davay” kelimesini Yevgenyevka kasabasının Rus çocuklarından duymuştum. Üç veya dört kişiydiler, çilli yüzlü, sarışın saçlı çocuklardı, toplanarak beni dövdüklerinde “davay, davay” diye vurmuşlardı. Davay, hadi demekti.

      Boğazı şişmiş Kenes de “davay” dedi. Joldasbek ile suya daldık. Su altında sukamışlarının dibinden tutunup buz kesilmiş halimle gözlerimi açarak Kenes’in saydıklarını zar zor duyuyordum. Dışarıda bir gürültü duyuldu. O Joldasbek idi, nasıl dayanmadan fırladığını da duydum. Yalnız kavga çıkmasın diye bekledim. “Yüz!” dediklerinde aheste aheste çıktım.

      “Kurnaz!” dedi Joldasbek. “Sende bir şey var!”

      “Ulan serseri, ben daha iki yüze kadar yatardım, Batırhan’ı merak ettiğimden çıktım.” diye Batırhan’ın oturduğu yere baktım. Çocuk çömelmiş öylece duruyordu. Öncesinden çocuklara doğru bakardı. Bu sefer dimdik oturan bebek nane otunun büyüdüğü yere bakarak dona kalmış gibiydi. Sonra bir çığlık kopardı.

      “Ne oldu?” diye koşarak yanına gittim. Bana bakmıyordu. Kürdan gibi çift parmaklarını nanenin dibine doğru işaret ederek gösteriyordu. Baktım ve baktığım gibi bütün vücudum titredi. Batırhan’ı sürüyerek geri çektim.

      Alaca bulaca siyah bir yılan halka çizer gibi yatıyordu. Ölmüş gibi gözleri vardı, ağzını genişçe açarak uyukluyordu. Ağzında ise kurbağa… Kurbağanın başı gözüküyordu, diğer tarafları ise yılanın ağzının içindeydi. Yılanın gözleri kâh kapalı kâh açık, kıvrım kıvrım kıvranıyordu. Kurbağanın gözleri ise patlar gibiydi. Cızır cızır kızgırma gibi zayıf bir ses çıkarıyordu. Oyun oynamayı bırakan çocukların hepsi yılana bakıyorlardı. Herkes ürkerek kurbağa yutan yılanı görüp geriye doğru çekiliyorlardı. Yılandan korkuyor zavallı kurbağaya da acıyorduk. Bir şey yapamıyorduk. Yılan birden sıkışarak nane otlarına doğru kıvrana kıvrana çekilmeye başladı. Hepsini yutamıyordu. Kurbağa hala ağzındaydı.

      Yanına kimsenin yaklaşmaya cesareti yoktu. Hangi güç, hangi kudret ise, ben de bilmiyorum. Yalın ayak duruyordum. Yalın ayağımla birden yılanın başına teptim. Yılan kıvrandı. Ağzından zehir fışkırtarak zıpladı. Hareket edip suya doğru yönelerek dalıverdi. Kurbağa biraz hareket etmiş gibiydi ama sonunda hiç kımıldamadan yere yapışmış gibi dona kaldı. Yılan her şeyini çekmiş. Ölüverdi. Göz önümde öldü. Hayatımda ilk defa göz önümde can veren bir canlıyı gördüm. Hayır, yalan! Ondan önce kendimiz ok atmış, sapanla taş vurmuş çoğunu öldürmüştük. Yine de bu ölüm her şeyden farklıydı.

      Sonradan güçlü olanın zayıfı nasıl ezdiğini, öldürdüğünü çok gördüm. Her şahit olduğumda, kurbağa ve yılan aklıma gelir.

      Dünyada her şey böyle olup bitiyor. Değişmedi hiç. Sadece nasır bağlanan, çatlak yarasına toprak yapışan tabanıyla adaletsizliği tepebilen adam bulunamıyor. Önceden olduğu gibi şu anda bende de o cesaret yok.

      NOHA İLE ORHA

      Mamıt dedemin Orha, Noha, Korğanbay isminde üç oğlu vardı. Asem, Gülzeynep, Sedepgül, Olcagül isminde dört kızı vardı. Hepsinin anası, Arzıgül ninemdi.

      Bu evde çocuk çoktu, hakikaten çarşı pazar gibiydi. Mamıt dedem sert bir karaktere sahipti. Her ne kadar soğukkanlıysa da Toksanbay dedenin sülalesini geçindirirdi ve mal-mülkünden paylaşarak bir şey vermese de, hep medet beklediğimiz evimiz gibiydi. Fakat paylaşacak zenginliği o kadar da çok değildi.

      Yine dedemizin evinden çıkmayız. Arzıgül ninemin gönül genişliğinden olsa gerek, hiç gidin demezdi. Kışın kapalı günlerde o ev bizim için sıcak yuva gibi olurdu. Köyümüzde tüm gazetelere abone olan, birkaç kitabı olan tek evdi. Gazeteleri okuyup anlamasak da, büyüklerin okuduğu hikâyeler, ders görmüş gibi yetiştiğimiz mektep gibiydi.

      Babamın kendi elleriyle yaptığı okula gitmek istedim. Herhalde, yıl 1940 idi. Uzakta, meçhul Sibirya’da, “Murtaza vefat etti!” ölüm haberinin ulaştığı yıl idi. Ayşe’nin ümit kestiği, her tarafı karanlığın kapladığı sene idi. Ben sekiz yaşıma ya geldim, ya gelmemiştim.

      Okula fevc fevc akan çocukların arasında ben de vardım. Öğretmen beni kabul etmeyip geri çevirdi. Niye geri çevirdiğini hatırlamıyorum. Sınıftan çıkartıp eve gönderdi. Hala hatırımdadır, 1937 yılında Murtaza tutuklandığında bu öğretmen tanıklık etmişti. Sonradan aklımı biraz kurcaladığımda hatırladım. Bana da, halk düşmanının çocuğu demişti. Ağlayarak eve doğru gidiyordum. O esnada önüme Noha amcam çıktı.

      “Kim ilişti sana?”

      “Kimse…”

      “Eee niye ağlıyorsun o zaman?”

      “Öğretmen okula almadı.”

      “Hangi öğretmen?”

      “O işte, o…”

      Ben ismini söyleyemedim. Zaten hıçkıra hıçkıra ağlamaktan konuşamadım.

      “Gel.” dedi Noha başımı okşayarak.

      Yol üzerindeki dereyi geçerken kum kaynağından çıkan pınara götürüp elleriyle elimi yüzümü iyice yıkadı. İhtimal, biraz pislenmişimdir. Cebinden mendili çıkartıp yüzümü silerek temizledi. Biraz uzamış saçlarımı sulayarak kendi tarağıyla düzeltti. Elimden sıkı sıkı tutarak sınıfa geri götürdü. İri yarı kaba öğretmeni bir kenara çekip konuşmaya başladı. Biraz tartıştılar. Öğretmen, sinirli bir şekilde:

      “En arkadaki sıraya geç otur.” dedi. Ne defterim ne de kalemim vardı ama ben ilk defa talebe olarak sınıf sırasına oturdum. Noha amcam, komsomolların yani komünist partisinin genç kolunun başkanıymış. Öğretmen, başkan olan Noha’nın dediklerine bir şey diyememiş.

      Ertesi gün Noha amcam bana Borandı ilçesinden alfabe kitabı, defter, siyah kurşun kalem, renkli kuru boyalar getirdi. Ayşe, eşyalarımı içine koyacak çantayı kumaştan dikmişti. 1941 yılının sonbaharında Noha’yı askere götürdüler. Alnı açık, ay yüzlü, yakışıklı bir delikanlıydı. Mamıt dedem gözyaşlarıyla sakalını ıslatarak ağlıyordu. Onun bu kadar üzüldüğünü gördüğüm ilk, o andı.

      Ondan sonra Orha’yı da götürdüler. Orha, daha evvel Fin Kış Savaşı’ na katılmıştı. Bu sefer Mamıt dedem, hıçkırıklara boğuldu. İki oğlunun ardından dönemeyeceklerini hissetmiş gibi uzun süre ağladı. Son mektup, Kurlandiya Kuşatması’ nda olan Noha’dan geldi. Ondan sonra haber kesildi. Şimdi elimde ortadan yırtılan yarım resmi var. Asker üniformalı. İnsan bu kadar necip olur.

      Bana bakıyor. Dili yok. Ben altmışı geçtim. Yaşlandım. O hâlâ genç, delikanlı duruyor. Evlenemedi bile. Nesli de yok. Hiç olmazsa kâğıtta ismi kalsın diye romanıma kattım. Akrabalık merhametine az da olsa karşılık vermeyi düşündüm, elimden gelen iyilik bu kadar.

      Allah imanınızla necat buldursun, amcalarım.

      KAMKA

      On

Скачать книгу