Скачать книгу

“Bir iki arkadaşla gelsek beraber spor yapsak ne güzel olurdu.” diye düşündü. Türkiye’deyken spor salonuna arkadaşlarıyla gider hem maç yapar hem de eğlenirlerdi.

      Eli cep telefonuna gitti. Sanki bir numara tuşlamak ister gibi cebinden çıkardı. Fakat birden aklına geldi. Koskoca şehirde bir tek dostu yoktu. “Kimi arayabilirim ki” diye mırıldanırken gözleri doldu. Etrafını bir karanlık ve boşluk duygusu sarıyordu. Birden gözleri spor salonunun bahçesinde bir dalın üzerinde cıvıldaşan iki kuşa takıldı. Kuşlar ötüşüp oynaşarak etrafa neşe saçıyorlardı. Kuzey sessizce durup öylece onları izledi. Sanki içindeki boşluk duygusu giderek daha da büyüyordu ve o boşluğu doldurabilecek ne bir tanıdığı ne de bir yakını vardı. Ağlamamak için kendini zor tuttu.

      Sonra yürümeye devam etti ve soyunma odasına geçti. Kıyafetlerini değiştirdikten sonra ağırlık odasına gitti. Spor hocasına ilk defa geldiğini ve nasıl çalışması gerektiğini bilmediğini söyledi. Görevli hareketleri gösteriyor ve tekrar etmesini istiyordu. Kuzey hareketleri tekrar ederken adam aslında onun daha önce ağırlık çalışmış olduğunu anladı. “Bana nasıl çalışmanız gerektiğini bilmediğinizi söylediniz ama hareketleri gayet iyi yapıyorsunuz. Sizin derdiniz ne?” diye sordu. Kuzey “Hayır hayır sadece emin olmak istedim. Başka bir niyetim yoktu.” diyerek hocayı ikna etmeye çalıştı. Görevliyse çoktan yanından uzaklaşmıştı. Ağırlık odasında aletlerle birlikte yine tek başına kalmıştı.

      Odadan ayrıldı ve üst kattaki masa tenisinin olduğu yere çıktı. Kendisi masa tenisini çok severdi ama maalesef iki kişi ile oynanıyordu. Yan taraftaki masada oturan bir Çinliye oynamayı teklif etti. Fakat o arkadaşlarını beklediğini ve onlarla oynamak istediğini söyledi.

      Kuzey bireysel yapılabilen sporları tercih etmek zorundaydı. Çünkü spor salonunda tanıdığı kimse yoktu. Biraz koşup ter attıktan sonra duş aldı. Binadan ayrıldı. Artık yavaş yavaş akşam oluyordu ve o üç katlı evine varmıştı. Herkesin yaşamak isteyeceği kadar güzel evine.

      Ve önünde dikildiği bu kapının ardında onu bekleyen kimse yoktu.

      (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 19.01.2014)

      BEYAZ MELEK

      Havada uçuşan beyaz pamuksu polenler baharın gelişini müjdeliyordu. Güzel çiçek kokuları etrafı sarıyor, herkesin içi tazeleniyordu. Ama her zamanki gibi insanlar günlük telaşları içerisinde koşuşturup duruyorlardı.

      Duvarları kırmızıya boyalı bu devlet hastanesinin önünde ise başka bir telaş vardı. Acile yeni bir hasta gelmiş, doktorlar muayene ettikten sonra dört yüz on altıya yatırılmasını söylemişlerdi. Dört yüz on altıda yatan uzun boylu, uzun saçlı, kumral ve oldukça solgun bir kızdı. Beyaz örtüler içinde gençliği ile sanki saflığın ve güzelliğin sembolü bir melek gibiydi. Naif ve kibar bir kızcağızdı. Arada bir sesi çıkıyor ve yavaşça bir şeyler mırıldanıyordu. Mırıldandığında ise “Anne hayat çok acımasız. Benim için her şey bitti” diyor ve bunu çok sık tekrarlıyordu. Nişanlıydı. Düğün hazırlıkları sırasında hastaneye getirilmiş ve durumun aciliyeti ortaya çıkmıştı. Derhal ameliyat olması gerekiyordu ve muhtemelen operasyondan sonra hayati tehlikeyi atlatsa bile bir daha çocuk sahibi olamayacaktı. Tam da düğün hazırlıkları içerisinde olan bu kızcağız için bundan daha büyük bir yıkım olamazdı. Gözlerinden hiç yaş akmıyordu ama için için ağladığı belli oluyordu.

      Ayakucundaki dosyada Beyza diye yazıyordu. İsmi de en az kendi kadar güzel ve anlamlıydı. Beyazlar içinde yatan bu kızcağız insana melekleri çağrıştırıyordu. İsmiyle uyumlu aurasında temizliği ve kutsallığı görmek mümkündü. Sık tekrarladığı “Anne hayat ne kadar acımasız. Benim için her şey bitti.” derken bile çektiği sıkıntılarda ulvi bir taraf vardı. Bu durum onun çehresine ayrı bir hava katıyor ve kutsî gösteriyordu.

      Annesi ise odanın içinde telaşla dolaşıyor ”vah benim talihsiz kızım ”diyordu. Aslında insanların bir talihsizlik olarak adlandırdığı birçok şeyin bazen bir talih olabileceğini çaresizlik içinde kıvranan bu kadın nerden bilebilirdi. Birden odanın kapısı açıldı ve içeriye oldukça yaşlı, insana simasıyla güven veren bir doktor girdi. Beyza’nın dosyasını ayakucundan aldı, inceledi. “ Korkma kızım İnşallah iyi olacaksın ”dedi. Beyza ise sanki burada değil de başka bir alemdeymiş gibi boş gözlerle doktora bakıyordu. Doktor peşinden giren hemşireye hemen ameliyathaneyi hazırlayın diye talimat verdi. Şimdi odada tekrar bir hareketlilik başlıyordu. İçeri giren diğer hemşireler Beyza’ya ameliyat kıyafetlerini giydiriyor ve onu hazırlıyorlardı. Teninin beyazlığı ve vücudunun farklı kokusu onları şaşırtmıştı. Bu bedende olağan dışı bir hal vardı.

      Artık vakit tamamdı. Şimdi Beyza ameliyat masasının üstünde yatıyor ve kaderine razı bir sakinlik içinde olacaklara kendini hazırlıyordu. Doktorlar içeri girdi. Ellerinde eldivenler ve yüzlerindeki maskelerle işlerinde usta gibiydiler. Her şey hazırdı. Başhekim “Başlayalım artık” dedi. Anestezinin etkisiyle Beyza çoktan başka diyarlara gitmişti. Doktorlar büyük bir ciddiyetle işlerini yapıyorlardı. Birden hemşireden en kıdemli olanı “Hocam nabız düşüyor” dedi. Doktor yardımcısına “Daha çabuk olmalıyız yoksa dayanamayacak” diye söyledi. Doktorlar bir an önce işlerini bitirmeye çalışıyor ve ellerinden geleni yapıyorlardı. Kıdemli hemşire yine seslendi. ”Hocam hocam nabız alamıyorum.”

      Doktorlar ekrana baktı. Beyza’nın kalbi durmuştu. Başhekim “atrofin” dedi. Hemen yapıldı ama hareket yoktu. Arkasından elektro şok verildi. Yüz elli… İki yüz… Üç yüz watt… Beyza bütün bu çabalara yanıt vermiyordu. Ameliyat masasında bedeni hareketsiz yatıyordu. Birden odanın içini kutsi beyaz bir parlaklık kapladı. O an herkesin içi büyük bir huzur ve teslimiyetle dolmuştu. Başhekimin ”Bütün melekler gibi o da aslına döndü” dediği duyuldu.

      (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 28.12.2013)

      GAİP ÂDEM

      Gaip’in bu sabah her zamankinden farklı bir hali vardı. Sanki bir şeyler arar gibi dışarı çıkmış, şimdi arka sokakları dar Cihangir semtindeki evinden hızlı adımlarla Taksim’e doğru çıkıyordu. Eski Kazancı yokuşunun olduğu sokaktan yukarı doğru yürümüş ve nihayet meydana varmıştı. Bir süre etraftaki insanların koşuşturmalarını seyretti. Sonra heykelin olduğu yere doğru yürüdü. Elli yaşına gireli birkaç hafta olmuştu. Yüzü ve saçları biraz daha değişmişti. Artık o bir delikanlı değildi. Bünyesinden bir şeylerin onunla vedalaştığını hissediyor ve bu durum yorgun bedenini daha da takatsiz bırakıyordu. Yere çöküp biraz nefeslendi. Oturduğu yerden başını mavi güzelliğe doğru kaldırdı ve “Bulmak için daha zamanım var.” diye düşündü.

      Birden doğruldu, aklına bir şey gelmiş gibi Beyoğlu’ndaki İstiklal Caddesine doğru yürümeye başladı. Aslında aradığının ne olduğunu tam olarak kendi de bilmiyordu ama bir şeyler aradığı kesindi. Caddenin girişinde sağ taraftaki Fransız Konsolosluğuna ait binaya şöyle bir göz attı. Daha önce Fransa’ya gitmek için kim bilir buraya kaç defa gelmişti. Sonunda Fransa’ya gitmiş ve Paris’e yerleşmişti. Avrupa’nın konusunda en büyük ekolü olan Sourborn Üniversitesinde felsefe eğitimi almıştı. Zaman zaman Şanzelize’ye çıkmak ve oradaki sokak kafelerinden biri olan Kâffe de Paris’te o leziz Fransız kahvesinden içmek hoşuna giderdi. Hele kaldırımdaki sokak satıcılarını dolaşıp kitap almaya bayılırdı. Paris’in atmosferi onu hep bir başka türlü etkilerdi. Şanzelize’de gururla dolaşırken kendini tam bir Fransız gibi hissederdi.

      Türkiye’ye döndükten sonra Avrupa kültürünü çok iyi bilmesi sayesinde İstanbul’daki

Скачать книгу