ТОП просматриваемых книг сайта:
ÜÇ NOKTA. Ahsen Ilhan
Читать онлайн.Название ÜÇ NOKTA
Год выпуска 0
isbn 978-625-8222-55-5
Автор произведения Ahsen Ilhan
Издательство Hayy Kitap / Хайи Китап
Birinci Bölüm
Yalnızlık
Söyleyebilmek önemliydi. Ne zamandan beridir düşündüğümü sandığım bir şeydir bu… Söylemek yarım olanı tamamlar, bu doğru; fakat geçerli değil. Çünkü muhtemelen sen söylersin, onlar duyar! İşte tam burada seni yalnızlığına düşürüyorum. Dikkat et! Yalnızlığa değil, yalnızlığına… Çünkü insan insana en acı olanı yapar. Konu acı vermekse görevimizi tamamladığımız -belki de-tek mecradır hayatta… Neyse lafı dolandırmadan -ki en sevdiğim şeydir– konuyu dağıtmadan -ki en çok yaptığım şeydir– kaldığım yerden -ki en unuttuğum şeydir- iki dakika kadar önce kurduğum cümlelere devam etmek istiyorum:
Seni ‘yalnızlığına’ düşürüyorum…
Yalnızlık; sanıldığı kadar zor değildir. Zor olan, kendi yalnızlığındır. Sükûnetle bekle! Anlatacağım… Yalnızlığı anlatırken, resmederken çoğunlukla yanlış bir tasvir görürsün. Tek başına, yegâne, sayısal olarak ‘bir tane’ olmak değildir yalnızlık. Gürültüler, kargaşalar, insanlar içinde, kendi içine dönmektir. Esasen yalnızlık anlaşılmamaktır. Şu paragrafa bir bak! Ne çok ‘yalnızlık’ dedim. Sayısal anlamda ne çok… Ama hâlâ ne yalnız bir kelime!
Dönelim başa!
Duymak, anlamanın gerek şartıdır; fakat yeter şartı değildir. Duymak bir ön koşuldur; ama ‘anlamak’ zaman-zaman mümkün ve çok zaman imkânsız bir ihtimaldir sadece… Söyleyip de anlaşılmamış olmak, hiç söylememiş olmanın efendisidir. Nerede mi? Seni yalnızlığına düşürdüğüm yerde.
Ne demiştim?
Sen söylersin, onlar duyar!
İşte senin yalnızlığın, tam da burada başlıyor. Hâlâ yalnızlıkla, ‘senin’ yalnızlığının arasındaki farkı tam ifade edemediğimi düşünüyorsan diye söylüyorum; eğer hiç söylememiş olsaydın bu, ‘yalnızlık’ olurdu. Katıksız, sek ve ayan beyan yalnızlık. Ama hayır! Söyledin ve anlamadılar. Yani gürültü var, sesler var, insanlar var; çünkü söyledin… Her yer kalabalık… Ama anlamadılar, işte kendi yalnızlığındasın. Bir noktayı daha açıklığa kavuşturmuş olduğumu düşünüyorum. Başta dediğim gibi ‘en acı’ olan buydu…
Ne çok acı var değil mi?
Ya da…
Acı ne kadar da çok!
Hz. Adem’le Havva’dan bugün son doğan insana kadar var olan insanları ve geçen zamanları bir kenara bırak! İşin içinden çıkılmaz çünkü… Yalnızca bir saat için ve yalnızca bir ülkeyi baz alarak yola çıksak ve sadece o zaman dilimi ile hesaba katılan yerin sınırları dâhilinde akan gözyaşlarını ve hıçkırıkları bir araya getirsek… Çıldırırsın....
Ben mi?
Ben oraya kalmadan çıldırdım. Gözyaşını akıtamayan, hıçkırıkla ağlayamayan, sadece o acıyla atan kalpleri topladım da; ne ağır bir sessizlikti anlatamam.
Aslında… Ne heybetli bir yalnızlıktı…
Göze, söze, öze bakanlar için bu anlattıklarım. Yok yok! Bakıp da görenler için… Herkes görür mü sandın?
Ya da…
Herkes mi görür sandın?
Duymak ile anlamak farklı yüklemlerdi. Bakmak ile görmek… Biri diğerinin yanından bile geçmez. ‘Görmek’ bekler ki ‘bakmak’ yetsin. Bakmak hep avaredir. Bakmaya göz yeter, görmeye emek gerek. Birkaç eylemi bir arada yapabilecek misin? Denemelisin! Baktım ve gördüm demekle olmaz. Baksan hakkıyla, görülecek çok şey var.
Ne zaman sever insan? Baktığında mı, gördüğünde mi? Uçurumu fark ettin mi şimdi? Hep bakarsın, bir görürsün. Sevmek görmekle başlıyor işte! Görmeden sevdiğinde yazık oluyor. Bu görmek, özü görmek… İçindeki tarlalarda ne yetişir, denizleri ılık mıdır, iklimi soğuk mudur? Sokakları kesişir mi olur olmadık? Evleri kat-kat mıdır, bahçeli midir? Peki ya gözü görmek?.. Renginden, şeklinden öte bir görmek bu… Baktığında birkaç masal anlatır mı mesela?
Suskun mudur?
Senin yalnızlığından bahsediyorum. Evet… Misallerle süslerim senin yalnızlığını. Mürekkep makamları andırır da; bu ahenkli kalabalığa aldanırsın. Rengarenk bir bahçeye benzetirim belki de… En çok neyi seversen yanı başına iliştiriveririm; ama yine de söküp alamam derin yalnızlığını. Buradaki ‘derin’; mânâda derin. Sakın, yalnızlığına sıfatlar ekleyerek kendimce şekillendirdiğimi sanma! Mânâda derin senin yalnızlığın. Başka hangi sıfat bu kadar ortaya koyabilirdi bu mevzuyu? Anlaşılmamaktan da öte bir mesele bu… ‘Dış’ ve ‘iç’in uyumsuzluğu var bir de… Evlerden uzak! Seni uçurumlara sürükler de beden olduğu yerde sayıklar durur. Ruhuna itinayla bak! Ne tozlu kasabalarda muhabbetler etmiştir o… Ne umulmaz köşe başlarında ıslanmıştır, ne görgüsüz acıları denizlere akıtmıştır da sana gelir anlatır.
Sen…
Beden olarak sen…
Onu dinledikçe bir ferahlar bir daralırsın. Ruhun aydınlığı, bedenin var olduğu mekâna bir an ışık tutar da yeniden karanlıkta bırakır gider seni…
Beden olarak seni…
İçin farklı-farklı iklimler gezerken dışın koltukta oturur. Bu; yalnızlığın zirvesidir. Bir kombinasyon düşün; var olan her şeyin ve herkesin görüntüde, mânâda, zihinde var olması ile, senin içinde aslında hiç olmaması nasıl bir yalnızlıktır? Nicelikte çok, nitelikte yok olmak! Ruhun bile var da yok! Mevzu acı vermekse; her daim, var olanın yok olması koşuluna bağlıdır. En azından, var olma ihtimali her zerrende gezinirken -artık her ne ise o- yok olmasının fazlasıyla ortada olmasıdır insana acı veren…
Acıyı düşündün mü hiç?
Tabii ki hissettin; fakat düşündün mü? Çeşit-çeşit öyküleri vardır onun. Ama hep; senin acıyı duyabilme kabiliyetine göre anlatır… Daha da, daha da acıtana kadar susmaz. Susması zamanladır. Zaman acıyla büyür, acı zamanla geçer. Acı kalbinde ağırlaştıkça suskunlaşırsın. Bu; her şeyin değiştiği mertebedir.
Suyun kokusu… (Var mıydı ki bir vakitler?)
Mevsim geçişlerindeki o yavaşlık… (Hızlı mıydı ki daha önce?)
Dalgalar çekildiğinde karada kalan ıslak kumların soğukluğu… (Hiç hissetmiş miydin ki?)
…Ve başkaları, başkaları…
Nasıl da değişir dünya, acı kalbinde büyüdükçe…