Скачать книгу

hafifçe yükselen bir tepeye tırmanıyorlardı. Karşıdan, etrafa toz bulutları kaldırarak gökyüzünü bulandıran kalabalık bir koyun sürüsü geliyordu. Yaşlı çoban en arkada silikçe görünüyordu. Arabayı durdurup sürünün geçmesini beklediler. Tozdan boğulmamak için camları kapatmışlardı. Koyunlar başları yere yakın, burunlarından fırt fırt sesler çıkararak geçtiler. Yürüdükleri toprak yolun yumuşak yüzünde binlerce küçük ayak izi bırakmışlardı.

      “Bu kadar çok koyunu ilk defa görüyorum!”

      “Yaymaya gidiyorlar herhâlde.”

      Az önce tırmandıkları küçük tepenin öteki yüzüne inince etrafa binlerce taşın saçıldığı eski şehrin kalıntılarıyla karşılaştılar.

      “Ne kadar korkunç görünüyor, gökten bomba yağdırmışlar sanki buraya.”

      “Bin yüz seksen beş yılında burayı ziyarete gelen İspanyalı Muhammed b. El-Cubeyr şöyle anlatıyor: ‘Şehir, ziyaretçileri hayrette bırakacak kadar tertipli ve güzeldir. Caddeleri büyüktür. Çarşılarının üstleri örtülü ve muntazamdır. İki hastane ve iki üniversitesi vardır.’ Moğolların saldırısına uğrayan kentte taş taş üstünde kalmamış. Herhâlde tarihte yapanlarla yıkanlar layık oldukları yerleri almışlardır.” dedi Metin. Arabadan indiler. Metin ile Tülay el ele yıkılmış iri taşların arasından yürüyerek restore edilmiş büyük kemerli bir kapıdan geçtiler. Az ötede üniversiteye ait gözlem kulesiyle, kuzeye bakan ikinci bir kemerli yüksek girişten başka ayakta duran hiçbir şey göze çarpmıyordu. Geçtikleri kapıya bakarak:

      “Ne kadar kocaman!” diye heyecanla konuştu Tülay. Biraz ilerleyince az ötede, sanki yere gömülü, güzel bir şadırvanla karşılaştılar. Tepesi yıkılmasına rağmen heybetli yüksekliğini hâlâ koruyan gözlem kulesinin üstüne kuşlar karargâh kurmuşlardı. Metin’le Tülay birbirlerine sarılarak, gözlem kulesinin yıkık tepesinde dolanıp duran kuşları izlediler.

      “Seni seviyorum!” dedi Tülay fısıltıyla Metin’in kulağına.

      “Ben de seni!”

      “Babacığım duruşunuzu hiç bozmayın, bu anı belgelemeliyim.”

      Sinem, annesiyle babasının fotoğrafını çekerken, Muhammet onları az önce indikleri yüksekçe tepeden dikkatle izliyordu. Sinem durduğu yerden el salladı ona, fakat karşılık alamadı. Yıkılmış binlerce taşın arasında Muhammet’in fotoğrafını çekti. Muhammet o noktada, masmavi gökyüzünün altında, tek başına, ürkütücü bir yalnızlığın terk edilmiş anıtı gibi duruyordu. Çevredeki köylerin görünen en kolay yerleri, bir kalem gibi gökyüzüne uzanan minareleriydi. Etrafa saçılmış iri dikdörtgen taşların görünen yüzleri sünger gibi delik delikti.

      “Buraları bir daha göremeyecek oluşumuz, seni hüzünlendiriyor mu?” dedi Metin Tülay’ın iri ela gözlerine bakarak.

      “Beni bir süre sonra, hiçbir şeyi bir daha göremeyecek olmam bilemeyeceğin kadar üzüyor. Düşünebiliyor musun, elli yıl sonra kesin olarak hem sen, hem de ben olmayacağız bu dünyada. Bu tür yerlerde insan bunu daha çok duyuyor içinde. Sinem yaşlanmış bir anneanne veya babaanne olarak bizim olmadığımız bir dünyada bir başına kalacak. Bu sence çok dramatik bir durum değil mi? Yeryüzünde sonunun ne olacağını bilen tek canlı olan insanın sesi onun için bu kadar yanık çıkıyor söylenen şarkılarda, şiirlerde, türkülerde. Bu tür yerleri aslında bunun için pek sevmiyorum. Yok oluşun veya bitişin son durakları gibi hep dururlar karşımda. Yan yana devrilmiş yüzü delikli soğuk taşlar bu hâle gelmeden önce burada da dünyanın her yerinde olduğu gibi insanlar birbirini sevdiler, birbirleri ile savaştılar. Güneşin batıdaki yüksek olmayan tepelerin ardına kayıp saklandığı akşam vakitlerinde genç kızlar elleri ve göz bebekleri titreyerek yüzleri güneş yanığı esmer delikanlılara sevgi sözleri söylediler. Sonra alınlarındaki kırışıklıklar çocuklarla birlikte büyüyüp bir bir artınca, o zaman anladılar üstüne bastıkları toprağın onları derinlerine alıp yutmaya hazır olduğunu. Bu sence çok hüzün verici bir durum değil mi?”

      Sinem onlardan uzaklaşmıştı. İri taşların arasında gezerken Metin Tülay’ı sessizce dinlemişti. Sonra:

      “Önümüzdeki günler yanan bir mum gibi aşağı doğru eriyerek akıyor. Bu erimenin hız kazandığını insan bu yaşlarda daha çok hissediyor. Sabahleyin şiirini okuduğum şair de bu kaygılarla yazmamış mı şiirini? Çok haklısın.” diye konuştu.

      “Canımı sıkıyor bu konu, değiştirelim.”

      Tülay uysal ama kederli bir sesle konuşmuştu.

      “Akşam için ne yemek yapalım?”

      “Bilmem. Gidince düşünürüz.” dedi Metin. Sonra:

      “Sence her şeyden bir hüzün çıkarmıyor muyuz?”

      “Biz bir şey çıkarmıyoruz. Hayatın dokusunda bu var. Onlar gelip takılıyor aklımıza.”

      “Boş ver.” diyerek daha fazla konuşmak istemedi Metin.

      “Haydi, Sinem’i çağır da gidelim. Çok susadım.”

      Küçük bir serçe gibi, yıkılmış iri taşların arasında sekerek gezen Sinem’i dolaştığı yerlerden çekip koparmak kolay olmadı. Babasının yoğun üstelemelerinden sonra arabaya binebildiler. Geldikleri yoldan tozu toprağı birbirine katarak dönmeye başladılar. Sinem iri mavi gözlerini arka camdan dışarı çevirmiş, toz bulutunun içinde küçük bir hayalet gibi koşan Muhammet’e bakıyordu. Ona el salladı. Muhammet, bu defa Sinem’i karşılıksız bırakmadı. Üstü güneşten yanmış ellerinin beyaz içini kuvvetle Sinem’e salladı. Birkaç dakikada kurulan sıcak bir dostluğun kısa öyküsünün sonuna geldiklerini küçücük yüreklerinde iyice hissediyorlardı. O küçücük yüreklerine sığmayan büyük hüzünle birbirlerine baktılar. Muhammet buraya gelen yabancıların bir daha gelmeyeceğini iyi biliyordu. Kızıl kısa saçlı, mavi gözlü kızı bu son görüşüydü. O gittikten sonra belki rüyalarında bir süre birlikte olacaklardı. Daha önce yaşadığı gibi yeni ve onu etkileyen bir başka ziyaretçinin gelmesiyle yenilerle baş edemeyecek olan o eski görüntüler bir bir kenara çekilecek, ama hiçbir zaman kaybolmadan hayallerini zenginleştirecek ve süsleyecekti. Beyaz otomobil toprak yoldan çopur yüzlü asfalt yola çıkınca, küçük Muhammet tozlu yolda artık koşmayı bırakmıştı.

      İKİNCİ BÖLÜM

      Yavaşça kaybolan karanlığın ardından insana huzur veren sabah serinliği de kaybolmuştu. İlkbahar mevsiminin bir kelebeğin ömrü kadar kısa olduğu bu şehirde Rahmi, ilk yaz ayının boğucu sıcağıyla karşılaşmanın verdiği memnuniyetsizlikle lavaboda yüzünü yıkıyordu. Babası, annesi ile o uyurken sabah namazını kılmak için erkenden evden çıkarak mahalledeki küçük camiye yönelmişti. Şehrin irili ufaklı yollarında, küçüklü büyüklü evlerinde, ağaçlarında, o saatte çoğunlukla uyuyan insanların yüzlerinde ve bütün bunların hepsini sarıp sarmalayan alaca karanlığın içinde sükûnet, sessizlik dahası ulu bir gizem vardı. Halil amca boş sokaklarda camiye doğru yürürken bu gizemli sessizlikten hoşnuttu. Oldukça yaşlı biriyle karşılaşıp selamlaşmıştı. Küçük mahalle camisinde, onun gibi yaşlı, birkaç kişiyle namazını kıldıktan sonra işlediği günahlardan ötürü Tanrı’ya kendisini affetmesi için bol bol yalvarıp yakarmış, sonra küçük manav dükkânının ihtiyaçlarını almak için sebze haline yönelmişti. Rahmi, babasının evde olmadığını bildiğinden rahat davranıyor, tuvalette yüzünü yıkarken sevdiği bir türküyü yüksek sesle söylüyordu:

      Al eyvana, yatak serdim yumuşak emmioğlu,

      Koynuma girdi bir

Скачать книгу