Скачать книгу

Sait vurdu.’ diyesi!… O zavallı sessiz adamdı, hakkını ispat edemedi. On beş seneyi yedi gitti. Avukat tuttuk, para etmedi. Sonra arkadaşları söylemişler, asıl vuran bizimki değil, Yorgancı Sait imiş. Ben o akşam bekledim, gelmedi. Hani ne kadar sarhoş olsa, ne kadar geç kalsa gene de gelirdi. Sabahlara kadar köşe penceremden ayrılmadım, meğerse onu daha gündüzden, dükkânından kaldırmışlar. O zaman bunun kırkı çıkmamış idi.”

      Bu dediği, köşeye büzülmüş oturan kara kuru, zayıf, sıska, sakat kalmış çocuğu idi.

      “Büyük de üçünü bitiriyordu. Bir de ertesi gün komşular gelip haberi verince, ben düşüp kalmışım. Ne ise, Allah eksik etmesin, komşular kaldırıp ayılttılar, o günden sonra genç yaşımda bu iki çocukla kaldım, bir başıma!.. Kederle sütüm de kaçtı mı?.. Bu oğlanı o zaman görseydiniz, beyaz, tombalak bir çocuktu. İnek sütü, keçi sütü derken bu da oldu mu bir sıska!.. Üstüne, evlerden ırak bir de çocuk hastalığı gelir mi? Eh, artık dedim ya… Çocuk kucağımda yay gibi bükülüp ağladıkça, bana hep fenalıklar gelirdi. Oturur ağlarım, ağlarım… O vakit ufak tefek kırıntı vardı, satar yeriz. O da biter. Hazır yemeye ne dayanır?.. Kör boğaz durur mu? Çaresiz hanımım, düşeriz el kapılarına. Bu böyle sakat olur kalır. Ötekinin de üstünde bir baskı yok. Ben bugün tahtada, yarın çamaşırda. Hastalanacağım diye ödüm kopar. Bir hastalanacak olsam, hepimiz aç, bir kaşık çorba verecek adamımız yok. O zaman da gencim, sancılanırım. Her gün su içinde kolay mı! Zavallı hasta hasta işe giderim, ne yapayım! Ben sabah akşam işte gezdikçe, büyük oğlan başıboş kaldı hanımım, oldu bir âlâ külhanbeyi!.. Şimdi artık beni hiç dinlemiyor. Gün olur haftalarca kayıp… Sonra gelir zilzurna. Neyse, şeytan kulağına kurşun, bana hakareti yoktur. Ne kadar sarhoş olsa da, söver sayar ama bana el kaldırmaz. Analık hanımım, kim ister evladının böyle genç yaşta rakı ile ciğerlerini kavurduğunu!.. Ama ne yaparsın? Ben kadınım, elbet onun da babacığı sağ olsaydı, böyle olmazdı. Bir zaman mektebe de giderdi, ne de güzel okuyordu. Sonra bırakmış, kaçmış. Benden de gizledi. Haber alıp sıkıştırınca, ‘Gitmem!’ diye diretti. Sonra ne ise yalvardım, yakardım matbaaya verdim. Mürettiplik ediyordu, birkaç para faydası da oluyordu. Onu da bıraktı. Şimdi artık bilmem, oyuncu olmuş diyorlar. Bizimkini on beş seneye attılar. Burada Mehterhane’de iken iki haftada bir çamaşırını götürür, yoklardım, yine iyi idi. Sonra bilmem ne oldu, bir gün habersiz Bodrum zindanına kaldırmışlar. Çok çalıştım, yalvardım, arzuhal verdim. Tekrar buraya getirmediler. Eh vaktimiz yok ki arkasından kalkıp gidelim. Sonra da orada merhum olmuş… Üzerinde bir buçuk lirası varmış. Ağladık ağladık, oturduk. Hiç gençliğimi bilemedim hanımım, hiç… Yirmi yaşımda dul kaldım, işte o gün bugündür, bak ellerime!.”

      Elleri şişkin, cildi beyazlaşmış, kabarmış ve iltihaplı bir kırmızılık bileklerinden yukarı çıkmış idi. Onun ne kadar şedit bir işkenceye maruz bulunduğu pek güzel anlaşılıyordu.

      “Bunlar, sabahlara kadar zonklar, bazen açılır, akar. Acısından hep oturur, ağlarım!”

      Sabahın karanlığından beri çamaşır yıkayan bu kadın şimdi, öğle vakti bir lokma yemek yemiş, kendisine ikram edilen bir fincan kahveyi içiyor, bizimle dertleşiyordu. Sakat çocuk köşede, iri kafası bir tarafa eğrilmiş, şüphesiz anasının bütün söylediklerini anlıyor ve gözlerinde derin, müessir bir hüzünle anasının yüzüne bakıyordu. Bu sakat mahlukun kaç yaşında olduğunu tahmin etmek de mümkün olmazdı. Eğri büğrü bacakları ile yürürken belki on iki yaşında, böyle bir köşede otururken sekiz, dokuz yaşlarında görünüyordu.

      Zavallı insanlar!.. Bir çürük yemiş için bir ağacı deviriyor, bir kimseyi tecziye etmiş olmak zehâbı içinde bir sürü insanı hidemât-ı şâkkaya3 mahkûm etmiş bulunduklarını fark etmeyerek rahat uyuyorlar. Adalet hakkındaki fikirleriyle tabiatın bu acı istihzasını görmek istemiyorlar. Hiç kimse, tabiatın eza ve cezaya müstahak gördüğü birtakım masumlar mevcut olduğuna göre, insanların cürüm ve ceza hakkındaki fikirlerinin boşluğundan şüphelenmiyor. Bu zavallıların günden güne adetlerinin çoğaldığı görülmüyor. Sanki merhamet, kapılarını bu biçarelerin yüzlerine kapamış idi.

      Kadın erkence bitirilmesi arzu edilen çamaşırları düşünerek yerinden kalktı, sanki arkasında düğümlü kamçısını savuran bir gardiyan varmış gibi, bu zavallı mahkûmun yüzünde derin bir tazallüm, gözlerinde ayân bir zulmet4 belli oluyordu.

      “Hanımım, bunun beteri nedir? Bunun beteri ölüm… O da rahatlıktır. Haydi tutalım babasının bir günahı vardı, çekti. Beni de bir tarafa bırak!.. Ya şunun ne taksiratı vardı acaba? Bize ölüm ne devlet!.. Rabbim onu bile çok görüyor.”

22 Nisan 1919

      AHMET BESİM EFENDİ

      Fakir bir mürekkepçinin oğlu idi. Babası mektep hocalığı da ederdi. Kendi halinde sessiz, miskin, manasız bir adamdı. Ancak kendi kendini geçindirebiliyordu.

      Oğlunu hafız yapmak için pek çok dövdü. Zaten okuttuğu çocuklar için de bir parça zalim, hain bir adamdı; tırnaklarını çocukların kulaklarına batırırdı. Ahmet Besim, böyle kulakları delinerek hafız oldu.

      Günün birinde mürekkepçi on beş gün hasta yattı ve öldü. Onu mahalle camisinin bir köşesine gömdüler.

      Ahmet Besim’in anası köylü bir kadındı. Sessiz, fazla olarak dürüst, ters, aksi bir çehresi vardı. Kocası öldükten sonra pek yalnız ve fakir kaldı; komşulara tahta silerek, çamaşır yıkayarak geçinmeye başladı. Ötekine berikine yalvarıp çocuğunu Beyazıt Rüştiyesi’ne yazdırmaya muvaffak oldu.

      Ahmet Besim babasına ve anasına pek benzerdi. Onlar gibi kuru, esmerce, kara saçlı, kara gözlü bir adamdır. Esmer derisi yüzünün kemiklerine yapışmış gibidir. Korkak, gizlice hıyanet etmeyi sever bir çocuktur.

      Derslerine kayıtsızdı, arkadaşlarını sevmezdi. Oyun oynarken bağırıp hiddet eder, lakin dayak yiyeceğini anlayınca da kaçardı.

      Rüştiyeyi bitirdi. Anası komşu mümeyyiz beye yalvardı, o da arkadaşına söyledi, bir taraftan da bir tavsiye mektubu tedarik ettiler, Ahmet Besim’i Harbiye’ye koydular.

      Ahmet Besim, buraya girdiği sene bir parça çapkınlaşıp, hayatla bağı bir mana peyda etti. Çünkü itiraf etmelidir ki Ahmet Besim çocukken bile dünyadan bezgin gibi yaşardı. Hiçbir şey onu eğlendirmiyor zannolunurdu.

      Bir gün mektepte bir vukuat oldu. On beş kadar efendi alaya gitti. Bu arada Ahmet Besim’i de alaya çıkardılar. Kabahatsizdi, kendini müdafaa edemedi, derin bir yeise boğuldu kaldı, ahlakı da bozuldu, daha fena bir adam oldu. Haddehaneye hayli zaman devam etti, bu zamanda eve aylarca uğramamaya, anasına bakmamaya başladı. Anası da ona karşı pek düşkün değildi.

      Bir aralık Tavukpazarı’nda yatıp kalkmaya başladı. Sesi pek fena değildi. Bir ramazan semai kahvelerine gidip geldi. Sonra nasılsa Serasker Kapısı’na5 perde çavuşluğuna girdi.

      Ahmet Besim’in hayatında bu zaman, büyük bir tahavvül noktasıdır ve kendi tab’ına muvafık, bir işe başlamıştır. Kâğıt takibinden başladı, ufak tefek bahşiş gördü, gözü açıldı. Para kazanmak ihtimalleri vardı ve şüphesiz bu, onun için pek tatlı bir şeydi. İş takip etmek, paşanın yanına adam sokmakta büyük bir dirayet göstermeye başladı. Üstünü başını düzdü, birçok adamla tanıştı, birtakım hileye vâkıf oldu. Göze girdi. İşler yolunda gidiyordu, nihayet kalem efendilerine ödünç para vermeye, maaş kırmaya başladı. Sessiz, dairede oradan oraya, akşama kadar gider gelir, sofalarda ötekiyle berikiyle konuşur, işlerini yoluna koyardı.

      Biraz

Скачать книгу


<p>3</p>

Zahmetli ve kaba işler.

<p>4</p>

Karanlık.

<p>5</p>

Millî Savunma Bakanlığı.