Скачать книгу

bir hâldeydi. Kadın, kendisinin daha üstte olduğundan emin olduğu için, zaferini yüksek sesle bağırıyordu. Aşağılayıcı şekilde elini beline koymuştu ve: “Git kaybol, aptal! Bu kadar aptal olduğunu bilmiyordum.” dedi yüzünü bana çevirdi: “Şuna bakın, tıpkı bir ceset! Beyefendi benim ısrarlarımla azıcık kendine çeki düzen verdi. Bakın ne hâle düşmüş! Bu kadar aptal olduğunu bilmiyordum yoksa asla gelmezdim, yazık. Yolculukta iyi ahlak belli olur! Bakın nasıl da yatağa düşmüş. Bu doğal hâli. Canını alsalar, ceset! Ne hata yaptım! İyi ki erkenden anladım, asla bununla yaşayamam!” diyordu. Eliyle “geber” anlamına gelen aşağılayıcı bir hareket yaptı. Hasan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Durumun ince bir noktaya geldiğini fark edince odadan çıkıp onları baş başa bıraktım. Don Juan’ın odasına gittim; her şeyi döküp kaldırdığını, iğnenin plağın sonuna gelip, nık nık ses yaptığını gördüm.

      Don Juan kaçmış rengiyle, körkütük sarhoş yatağa düşmüştü. Onu dürttüm. O da: “Ne oluyor? Kavga mı ettiler? Benim suçum ne? Kendisi bana ilgi gösterdi, seni seviyorum dedi, yok, sana sempati duyuyorum dedi. Bu Hasan ölü gibi. Dans ederken benim elimi bastırıyordu ve tekrar beni öptü. Benim ona karşı hiçbir düşüncem yoktu. Bu kadından binlercesini verseler de nişanlımın saçının bir telini vermem. Belot oynamadan önce dışarı çıktığımı görmedin mi? Kadının kırmızı dudak izini yüzümden silmek içindi.” dedi. “Hayır, o kadar da basit değil, sonuçta ben de görüyordum.” demem üzerine Don Juan ise: “Ağız yakmıyor ki. Hikâyesi önce üzgün melek, günahsız kuş, iffet heykeli ve saf, temiz kadınların hikâyeleri gibidir. O zaman taş kalpli inatçı bir genç ortaya çıkar. Onları kandırır! Ben bilmem! Hayal kırıklığına uğramış kızlar neden hep taş kalpli gençlere kanıyorlar, diğer kızlara ibret olmuyor? Ama bu kadın yedi katil genci suya götürür susuz döndürür…”

      Don Juan, kendisini yargılamaya gelince hiç oralı olmuyordu, ona göre tamamen doğaldı. Anlattığı lafların önünün arkasının olmadığını, yeni yetme tavırlarınının, hareketlerinin, şımarık yalanlarının ve yersiz dalkavukluğunun, renginin atmasının ve öz bakımının tamamen istemsizce, kendi çevresinin tarzıyla uyuşan bir körlüğün zorlamasından kaynaklandığını anladım. O, kendisi bilmese de gerçekten de kendi muhitinin bir Don Juan’ıydı.

***

      Sabah odanın kapısını çaldılar, kapıyı açtım, Hasan’ın eşi elinde valizle içeri girdi ve: “Şimdi Kazvin’e, kız kardeşimin yanına gideceğim. Hasan’ın gece gittiğini biliyor muydunuz? Ben sizinle vedalaşmaya geldim.” dedi. Ben de: “Çok üzgünüz! Ancak bekleyin beraber gidip Hasan’ı bulalım.” dememin üzerine kadın: “Asla, ben artık Hasan’ın yüzüne bakmaya hazır değilim. Gassal6, onun cesedini götürsün! Kardeşimin yanına gidiyorum. O beni kandırdı, buraya getirip, sonra da gece kaçıyor!” diye söylendi.

      Cevap vermemi beklemeden odadan çıktı.

      Beş dakika sonra, Don Juan elinde sanki içinde sadece gramofon olan bir valizle, vedalaşmak için odanın önüne geldi. “Sen nereye gidiyorsun şimdi?” diye sordum.

      “İşim var şehre gitmem gerek, dün gece boşuna kaldım” dedi. O da vedalaştı ve gitti. Ali ve havuzu kaldı!

      Fakat benim gitmek için acelem yoktu. Serçeler ötüşerek mahmur gözlerle uyanmışlardı. Bahar esintisi onları sarhoş etmişti sanki. Dün geceki tuhaf olayları düşünmeye daldım ve bu olayların da baharın sarhoş edici esintisiyle ilişkili olduğunu ve arkadaşlarımın da serçeler gibi sarhoş olduklarını fark ettim.

      Orucu bozduktan sonra dolaşmak niyetiyle misafirhaneden çıktım. Bizi Kerec’e getiren otomobilden daha kötü bir lokanta aracı gördüm, zahmetle ve gürültüyle misafirhanenin önünden geçiyordu. Bir anda içindeki yolcuya gözüm takıldı: camın ardında, birbirinin önüne oturmuş samimice sohbet eden Don Juan ve Hasan’ın karısını gördüm. Otomobilleri, Kazvin yoluna doğru gidiyordu.

***

      ÇIKMAZ

      Şerif, şaşkın gözleri, sıkı beyaz dişleri ve siyah bir tutam saçının düştüğü dar alnıyla ömrünün 22 yılını yolculuk yaparak geçirmişti. Şaşkın gözlerle, takma dişleri ve kelleşen kafasından yamalanmış gibi görünen geniş alnıyla, daha kötü ve daha kör bir şekilde doğduğu yere dönmüştü. 43 yaşında, askerlik döneminin ardından defterdarlık, muhasebeye yardım gibi işlerden sonra Abade’ye7 maliyeci olarak atanmıştı; doğup, çocukluğunu geçirdiği şehre. Şerif on iki yaşına geldiğinde, babası tahsil görmesi için onu Tahran’a göndermişti. Bir süre sonra maliyeye girdi ve şu ana dek şehirler arasında göçmen ve gezgin bir hayat yaşamaktaydı. Artık tevafuk olarak ya da kendi isteğiyle Abade’ye müracaat etmiş, hevessizce kendisine miras kalan evde ya da idarede zaman öldürmekle meşguldü.

      Sabahları çok geç uyanıyordu, amacı bedenine değer vermesi ya da rahatlama isteği değil, sadece zaman geçirmekti. Bazen içinden gelmez, asla işe gitmezdi çünkü her şeye karşı dikkatsiz ve özensiz hâle gelmişti. Bu nedenle, yüzsüz, akıllı, hırsız iş arkadaşlarının hepsinden geride kalmıştı. Onun hayatta geri kalmasına sebep olan şey, arak ve tiryak değil, aksine yaradılışındaki aklı ve merhametli kalbiydi. Geçinmek için devlet parasına ihtiyaç duymuyordu, zirababası ona ömrünün sonuna kadar yetecek miktarda, geçimini sağlayacağı bir miras bırakmıştı. Eğer savurmasaydı, arzularının peşinden gitmeseydi, ihtiyacından da fazlasına sahip olurdu. Ancak gezip dolaşamadığından dolayı ve diğer taraftan da idarenin masasında oturmak onun için ikinci bir alışkanlığa ve bir tür takıntıya dönüştüğü için işinden olmak istemiyordu.

      Başvuru yaptıktan sonra Şerif’in gözüne her şey dar, sınırlı, yüzeysel ve küçük görünüyordu. Herkes ona yıpranmış, eskimiş, beti benzi atmış görünüyordu. Ancak çatallarını hayatın karnına saplamışlardı, korkulara, evhamlara ve hurafelere… Bencillikleri artmıştı. Bazıları az çok arzularına ulaşmışlar, göbekleri öne çıkmış ya da şehvetleri ayaklarından çenelerine kadar yayılmıştı. Yahut da yaşam sancısı ortasında dikkatleri dolandırıcılık, kölelerine baskı yapma, pamuk, tiryak, buğday hasadı, çocuklarının kundağı ve eski şişliklerine odaklanmıştı. Kendisi de yaşlanıp güçsüzleştiğinden ötürü doğduğu şehre bir tiryak mangalı ve bir şişe arakla dinlenmek üzere geri dönmemiş miydi? Küçük kız kardeşi son görüşmelerinde gözüne o kadar körpe ve canlı bir genç gibi görünmüştü ki… Şimdi evliydi, çok kere doğum yapmış, çürük çarık yemişti. Anlamlı bir sessizlikle Şerif’in kendi yaşlılık aynası sayılabilecek şekilde, kız kardeşinin gözlerinin köşesinde karga pençesi izi gibi oluklar görünüyordu. Güya kinayeyle adına Abade8 dedikleri kızıl topraklı ve harabe şehri bile ona göre tehditkâr bir hâl almaktaydı.

      Belki dünya değişmemişti, sadece yaşlılık ve ümitsizlik neticesinde her şey gözünde gençlikteki çekiciliğini, büyüleyici güzelliğini kaybetmişti. Diğerleri yaşarken, sadece onun elleri boş kalmış, yıllar geçmişti ve her yıl gücünün bir miktarı, fark edilmeden görünmez gözeneklerden dışarı çıkmıştı. Birkaç kötü hatıra, bir iki rezillik ve beyhude çabalar dışında ona kalan bir şey olmamıştı. O, sadece cesedini bu delikten o deliğe sürüklemişti. Şimdi de daha iyi günler için bir beklentisi yoktu.

      İdarede Şerif’in vaktinin tamamı, rengi solmuş kahverengi masanın başında, maliye dairesinin üst katındaki odada geçmekteydi. Esneyerek, Larousse sözlüğünün sayfalarını çevirip resimlerine bakar, sigara içer ya da üstünkörü idarenin evraklarıyla ilgilenir

Скачать книгу


<p>6</p>

Ölü yıkayan kişi. (ç.n.)

<p>7</p>

İran’ın Fars Eyaleti’nde bir şehir. (ç.n.)

<p>8</p>

Abade, Farsçada kelime olarak “müreffeh, gelişmiş” anlamına gelmektedir. (ç.n.)