Скачать книгу

tebessüm parıltısı uçtu.

      Prenses, kızı dirseğiyle göstererek bana, “Kızım!” dedi.

      Kıza dönerek, “Zinoçka, efendi, komşumuz Mösyö P…’nin oğlu. Küçük isminizi sorabilir miyim efendim?”

      Heyecandan sesimi alçaltarak ve yerimden kalkarak “Vladimir!” dedim.

      “Babanız tarafından?”

      “Petroviç.”

      “Ya!.. Polis erkânından bir zat bilirim ki, onun adı da böyledir. Vonifati! Vonifati! Anahtarları arama, cebimdelermiş.”

      Genç kız bana aynı tebessümle bakıyordu; gözleri yarı öne inik ve başı azıcık yan tarafa eğikti.

      Kız, “Ben Mösyö Vladimir’i daha evvel görmüştüm.” dedi. Billuri sesinin latif dalgaları bütün vücudumu can katıcı bir hava hâlinde dolaştı.

      Sordu: “Size böyle hitap etmeme müsaade eder misiniz?”

      “Aman efendim!” dedim.

      Prenses “Efendiyi daha evvel nerede gördün?” dedi.

      Kız, cevap vermedi. Temiz, berrak bakışlı gözlerini üzerimden ayırmayarak sordu: “Şu dakika acele bir işiniz var mı?”

      “Hiçbir işim yok.”

      “Yünden çile yapıyorum. Bana yardım ederseniz odama gidelim…”

      Başıyla da ayrıca davet ederek salondan çıktı. Ben de peşine takıldım.

      Girdiğimiz odada eşya düzgün, süslü ve zevke yakındı. Öyleyken hakikat aranırsa, artık etrafı dikkatle görecek hâlde değildim. Beni aptal bir hâle sokacak derecede içimden bir şeyler taşıyordu. Âdeta rüya görüyor gibi idim.

      Genç kız oturdu, eline bir kırmızı yün çilesi aldı, bana da önünde bir sandalye gösterdi. Yünü dikkatle açtı, ellerimin üstüne koydu. Bunları bir kelime söylemeyerek yaptı. Yavaş yavaş hareket ediyordu.

      Aynı can alıcı tebessüm, hafif bir şekilde aralık dudaklarında bir çiçek hâlinde duruyordu. Hemen sık sık yarı kapalı duran gözlerini açarak içimi güneş ışığı ve hararete gark ettiği dakikalar yüzü baştan başa değişiyor, ansızın bir renk ve nur kaynağı hâlini alıyordu.

      Biraz sonra sordu: “Mösyö Vladimir, dün benim hakkımda ne fikirde bulundunuz? Belki de iyi bir fikir edinmediniz?”

      “Ben mi prenses? Öyle hiçbir şey düşünmedim. Mümkün mü?”

      “Dinleyiniz. Daha tanışmıyoruz. Çok tuhafımdır. Bana mutlaka hakikatin söylenmesini isterim. Daha on altı yaşında olduğunuzu öğrendim. Ben yirmi birimdeyim. Yani yaşım sizinkinden çok daha fazla. Şu hâlde bana daima doğruyu söylemeye ve itaat etmeye mecbursunuz. Hem bana baksanıza! Neden yüzüme bakmıyorsunuz?”

      Daha ziyade şaşırdım. Bununla beraber gözlerimi kaldırdım, baktım. Bu sefer tasvipkâr bir hâlde gülümsedi. Tatlı ve yavaş bir sesle “Bana bakınız, bakınız!” dedi. “Bakışınız hoşuma gidiyor. Yüzünüz tatlı. Anlıyorum ki dost olacağız.”

      Yaramaz bir tavırla ilave etti: “Peki, nasıl, ben de sizin hoşunuza gidiyor muyum?”

      “Prenses!” dedim ve az daha başlıyordum. Sözümü önleyerek “Evvela, bana yalnız Zinayda diye hitap ediniz.” dedi. “Sonra çocukların, gençlerin demek istedim, âdetlerine uyup, hissettiklerinizi benden saklamaya kalkmayınız. Bu dileğim büyüklere ait bir haktır. Şimdi söyleyiniz bakayım, hoşunuza gidiyorum, değil mi?”

      Kalbini bu kadar açık göstermesi iyi olmakla beraber, ben bundan erkeklik gururumun biraz incindiğini duydum. Ona, karşısında bir çocuk bulunmadığını ispat etmek arzusuna kapıldım. Ve ciddi bir tavır takınarak tepeden inme bir tarzda cevap verdim:

      “Evet, çok hoşuma gidiyorsunuz Zinayda Aleksandrovna, bunu sizden saklayamam.”

      Müstehzi bir tavırla yavaşça başını silkti ve birden, “Sizin bir mürebbiniz var, değil mi?” dedi.

      “Hayır.” dedim. “Çok zaman oluyor ki, artık mürebbim yoktur.”

      Yalan söylüyordum. Başımın belası olan Fransız’dan kurtulalı daha bir ay ancak geçmişti.

      “Evet, görüyorum ki büyümüşsünüz…”

      Hafifçe parmaklarımın üzerine vurdu, “Ellerinizi iyi tutunuz!” dedi ve azimle yumak yapmaya koyuldu. Gözlerini kaldırmamasından istifade ederek evvela kaçamak tarzında, daha sonra daha büyük bir cüretle onu gözden geçirmeye başladım. Siması, bir gün evvel gördüğümden daha taze, daha rengin, daha cazipti. Her hâlinde büyük bir incelik ve derin bir zekâ görünüyordu.

      Arkası, beyaz bir storla örtülü olan pencereye dönüktü. Güneşin ışığı, kumaştan geçerek giriyor, yaldızlı kumral saçlarını, bakir boynunu, inhinaları3 göz alan omuzlarını, sihir dolu olan göğsünü tatlı bir nura gark ediyordu.

      Bakıyordum; baktıkça kıymeti artıyor, meyil ve alakam taşıyordu; kendisini sanki çoktan beri tanıyor, seviyordum.

      Onu görmeden evvel hiç yaşamamış, hiçbir şey görmemiş gibiydim.

      Donuk renkli bir rop giymişti. Önünde bir önlük vardı. O robun ve önlüğün her kıvrımını ayrı ayrı öpmek isterdim. Potinlerinin ucu etekliğinin altından uzanıyordu. O potinlerin üstüne de atılmak isterdim. Düşündüm: İşte, onun huzurunda bulunuyordum. Bu, ne saadetti!..

      Onun tarafından çocuk olarak görülmek felaketinden ödüm kopmasaydı vect ve heyecandan yerimden sıçrayacaktım; kendimi zorla tuttum ve ağzına leziz bir şey dokundurulmuş bir çocuk gibi hazzımdan oturduğum yerde bacaklarımın sallandığını gördüm.

      Denizde bir balık gibi yerimden memnundum ve bütün bir asır bıraksalar, gene yerimden kalkmaz, bu odadan çıkmazdım.

      Göz kapaklarını tatlı bir şekilde kaldırdı, durgun gözlerinin yeniden fırtınalar hazırladığını gördüm. Yavaş bir sesle gene gülümseyerek ve gene parmağıyla tehdit ederek, “O ne kadar bakmak öyle!..” dedi. Ben kızardım, içimden Her şeyi anlıyor, her şeyi görüyor. Zaten nasıl anlamasın, nasıl görmesin? diyordum.

      Yanımızdaki odadan ansızın bir ses, bir kılıç şakırtısı geldi. Salondan prenses bağırıyordu: “Zinayda, Belovzorov sana bir kedi yavrusu getirdi.”

      Kız, “Kedi yavrusu!” diye bir çığlık kopararak yerinden fırladı, yumağı dizlerimin üstüne atarak koştu.

      Ben de kalktım; yumağı, çileyi pencerenin kenarına bırakarak salona girdim ve hayret içinde kaldım. Odanın ortasında yere serilmiş, kollarını bacaklarını uzatmış benekli bir kedi yatıyordu. Zinayda, kedinin önünde diz çökmüş, hayvanın küçük burnunu tutup tutup bırakıyordu. Ötede, prensesin yanında oturduğu iki pencere arasında, duvarı kapatmış bir hâlde sarışın, gül yanaklı, gözleri şakaklarına doğru çekik, dev cüsseli dinç bir süvari, keyifli keyifli oturuyordu.

      Zinayda, “Ne tuhaf!” diyordu. “Gözleri yeşil! Kulakları ne kadar büyük! Teşekkür ederim, lütfettiniz!”

      Bu süvari bir gün evvel bahçede gördüklerimden biri idi. O da beni tanıyarak hafif bir güldü ve kalkıp mahmuzlarını birbirine çarparak, kılıcının halkalarını oynatarak kıza askerce bir eğilme ile selam verdi.

      “Dün, benekli ve büyük kulaklı bir kedi istediğinizi tenezzül ederek söylediniz. Ben de buldum… Her sözünüz emir, her emriniz kanun kuvvetindedir.” dedi, kızın karşısında bir daha eğildi…

      Kedi,

Скачать книгу


<p>3</p>

İnhina: Eğilme, eğrilme, kavislenme, yay biçimine girme. (e.n.)