Скачать книгу

bir iflasla uzayıp giden bir çölden başka bir şey değil. Bu çölü baştan başa geçtim…”

      Durdu; sigarasının dumanıyla bulanan gözlerini süzerek içinde derin bir horlama anlamıyla dostuma, o çöle benzetilen tarihi belki savunacak olan bu adama bakıyordu. Bizlere bakmıyordu bile. Bizler sanki orada yoktuk.

      Birden, dostumun bu konuşmaya daha fazla devam edebilmek için gerekli gücü bulamayacağı yargısına vardım.

      O, tam tersine, tanıklar karşısında bir hastanın hastalık belirtilerini ortaya konulmasını bekleyen bir hekim sabrıyla ve sanırım biraz da konuşmayı kısa kesmek için sordu:

      “Avrupa’da ne kadar zamandan beri öğrenimdesiniz?” dedi.

      O, beklenmeyen, üstelik biraz saygısızca sayılabilen sorudan şaşırmış, ama umursamaz bir sesle cevap verdi:

      “Lakin ben Avrupa’ya gitmedim.” dedi. “Bu yıl sınavların ardından seçme sınavlarına gireceğim. Ne olursa olsun bu kış içinde kitabımın çıkmasını pek istiyorum. Onu göndermekliğime izin verir misiniz efendim?”

      Dostumun en tatlı gülümsemelerinden birine eşlik eden kabul ediş cevabı üzerine ayağa kalktı:

      “Teşekkür ederim.” dedi. Sonra hepimize ayrı ayrı yaklaşarak Robert College çeşnisini akla getiren birer shake hand5 ellerimizi sıktı ve kapıya yöneldi.

      Dostumun, bir büyük efendiyi uğurluyormuşçasına büyük bir incelikle ona yol gösterdiğini, merdivenin camlı kapısını kendi eliyle açtığını, bu gelip görme şerefini bağışladığından dolayı teşekkür etmekten geri kalmadığını hep gördük, işittik. Sonra içeriye geldi. O bize, biz ona bakıştık. Sonra birden gözleri odanın havasını dolaşarak dalgalanan ağır kokulu dumanları gördü; bana dönerek “Azizim!” dedi. “Pencereyi açar mısın? Biraz hava alalım.”

      OKUMA KUDRETİ

      Ben odasına girerken ihtiyar dostumun yanından, vedalaşarak bir konuk çıkıyordu. Bu konuğun iyi kesilmiş ve güzel olmasına çalışılmış bir sakalı, başında ağırbaşlı olsun diye özellikle büyük alınmış şapkası, sırtında açık renk yeni bir giysisi vardı. Ama bütün bu şeylerde, üstelik sakalında bir komşudan geçici olarak ödünç alınmış denecek kadar bir hâl vardı ki hemen dikkatime çarptı.

      İhtiyar dostumun en zarif ve nazik tavırlarla onu uğurlayıp yalnız olarak dönmesine kadar ayakta bekledim. O, döner dönmez birden resmîliği atıp yeniden senli benliliğine dönen neşeli tutumuyla “Tanıdın mı?” dedi.

      Şaşkınlıkla “Hayır.” dedim. “Sanmam ki bu yüzü görmüş olayım.”

      Oturdu ve bana ta karşısında eliyle yer göstererek “Olabilir…” dedi, “belki görmemişsindir. Eski kopuklardan…”

      Biraz bekledi. Sonra bu deyimle bana anlatılmak istenen anlamın kafamca tamamıyla kazanılmamış olmasına dikkat eden bir küçük beklenti duralaması oldu. Sonunda ekledi:

      “Yeni zenginlerden…”

      Sandalyesine yaslanarak ve ezberden bir metin okuyormuşçasına, hızlı cümlelerle bu konuğu tasvir etti:

      “Bir vakitler gümrükte bir küçük memurdu. Sanırım gündelikle çalışırdı. Arayıcı, kolcu, sözün kısası bir adla ki onun asıl yapılan işte bir ilintisi yoktur. Burada, Köy’de,6 iki yıkık odadan oluşan bir harap evde oturuyordu. Ara sıra bana uğrar, şehirle ilgili ufak tefek işlerimin görülmesi hizmetini sunardı. Ben de böylece aldıracağım bir kitap, değiştirilecek bir terlik, bakkala bırakılacak bir ısmarlama için onun aracılığına başvurmaya alışmıştım.

      Bayramlarda da usanılmış bir giysiyle ya da buna benzer bir sebeple onun birikmiş hizmetlerine bir karşılıkta bulunarak teşekkür borcumu öderdim. Birinci Dünya Savaşı yıllarında birden ortadan silindi. Ne yaptı, ne oldu, bilmiyorum -ama bu, bilmen benzerleriyle az çok kestirilebilir- mütareke yıllarında, bütün o acılı yılların dalgalarından şaşırtıcı bir ustalıkla, avcunda koca bir zenginlikle çıktı…

      İki yıldan beri de hiç değilse iki ayda bir gelip beni görür. En süslü olmaya çalışan cümleleriyle, en kibarca olmasına çabalanılan selamlarıyla bana yakın ilgisini ve saygısını gösterir.”

      “Vefa sahibi bir insanmış!” dedim.

      İhtiyar dost, hemen, bir tarafına basılmışçasına sandalyesinde doğruldu. Gözlerinde şakrak bir gülümseme, ellerini kavuşturarak öne eğildi ve tuhaf bir şey söylemiş bir çocuğa bakarcasına yüzüme bakarak “Hah, tamam!” dedi. “Ben de bu sözü bekliyordum: Vefa sahibi… Sen, hayatının sonuna kadar sade olmaktan kurtulamayacaksın çocuğum. Vefa sahibi adam ne demek? Şuna asıl adıyla ‘ikiyüzlü adam’ desene!”

      Bana yaptığı bu kınamadan sonra ağırbaşlı, ciddi tutumunu takındı. Bir bilim konusunu açıklamaya hazırlanan bir profesör durumuyla dedi ki:

      “Gençliğimde bir uzunca deniz yolculuğunda bir hokkabaza rastlamıştım. Sanatının dünyada şanını ve ününü kazanmış ustalık sahiplerinden biri olan bu adam, yolculuğun iç sıkıntılarını gidermek için yol arkadaşlarına birçok marifetli şeyler gösterdi. Bir sözünü pek iyi hatırlıyorum. Oyun kâğıtlarıyla birtakım hünerler, hileler gösteriyordu. Bunları hep az çok biliriz değil mi?..

      O, pek bilinenleri bile öyle güzel hâllerle yapıyordu ki sanki davranışlarında bir müzik parçasının tatlılıkları vardı. Ve ne zaman oradakilerden biri merak edip de ‘Bunu nasıl yaptınız?’ diye sorsa hemen, nazlanmadan oyunun hilesini gösteriyordu…

      Sonunda oyunlar birbirini izleye izleye artık nasıl yapılabildiklerine akıl erdiremeyecek derecede insanı şaşkınlığa boğan, hemen hemen mucize çeşidinden şeylere kadar çıktı. Seyredenlerden merak ederek ‘Bu nasıl olabiliyor?’ diyenler oldu. O zaman o, bir gülümsemeyle karşılık verdi:

      ‘Bunun hilesi yok. Meselenin bütün sırrı parmaklarımın ucundadır. Parmaklarımın dokunma yeteneği incele incele öyle aşırı bir duyarlılık kazanmıştır ki, gözlerimi kapayarak ne zaman ellerimi bir oyun kâğıdına sürmek gerekse hemen onun sayısını, boyasını sezinlerim. İşte bakın: Sineğin sekizlisi, yüreğin onlusu… Şu hâlde tavsiye ederim: Benimle kumar oynamamalıdır. Hoş, zaten bu tavsiyeye gerek yok; çünkü ben hiçbir zaman kumar oynamam. Bu, benim tarafımdan namusluluğa aykırı bir davranış olurdu…’

      Bu açıklamalardan sonra kâğıtlarını topladı ve bir sihirbaz alay edişiyle bizi selamlayarak kamarasına çekildi. Bu sözü o zaman sadece asıl oyunlarının sırrını vermek istemeyen bir hokkabazın alayı olarak kabul etmiştim. Yıllar geçtikçe bunun bir gerçek olabileceğine inanan bir eğilim içindeyim.

      Çünkü… Çünkü buna benzer bir yetenek; sihre, büyüye benzer bir arayıp bulma yeteneği bende de başladı. Ancak parmaklarımda değil, gözlerimde… Çok iyi biliyorum ki bana özgü bir yetenek değil. Hayatı görerek, bakmak ve anlamak bilgisini öğrenmeye dikkat ederek, bakılıp görülen dış görünüşlerin alt yanlarını okumak alıştırmalarını yaparak geçiren adamlara yavaş yavaş, yaşın ve deneyimin bir hediyesi olan bu yetenek, âdeta fen hayalcilerin düşünceyi geçerli bir hâle getirmek için aradıkları araç çeşidinden bir şeydir.

      Böyle bir araç -düşünceyi görüp analiz eden araç- bende de var, gözlerimde var. İşte şu dakikada senin benimle alay ettiğini, için için bir kahkaha ile ‘Zavallı ihtiyar dost, artık bunuyor!’ dediğini sezinliyorum. Yok, inkâr etmeye gerek yok, bu böyle…

      Nitekim

Скачать книгу


<p>5</p>

Shake hand (İngilizce): El sıkma, el sıkış. (e.n.)

<p>6</p>

Halid Ziya, hayatının ikinci yarısının büyük bölümünü Yeşilköy’de geçirmiştir. Gerek hatıralarında gerek birçok yazısında, buradan söz ederken yalnızca “köy” demekle yetinir. (e.n.)