Скачать книгу

asılı kalmasını sağlaması, kendi düşüncelerinin tutku ve gençlik melodileri eşliğinde yaptığı yankıları dinlemesi, kendi sıcaklığını sanki gizli bir sıvı veya tuhaf bir parfümmüş gibi başka birisine aktarması, hakiki bir hazdı; içinde bulunduğumuz bu denli bayağı ve kısıtlı çağda, zevklerin kabaca şehvetli ve hedeflerin bir o kadar alelade olduğu çağımızda, belki de bize kalan en tatminkâr haz… Tuhaf bir tesadüf sonucunda Basil’in atölyesinde tanıştığı bu çocuk müthiş bir karakterdi veya en azından müthiş bir karaktere evrilebilirdi. Zarafet sahibiydi ve delikanlılığın bahşettiği bir saflığı vardı, mermerden Yunan heykellerinin bizim için muhafaza ettikleri türden de bir güzelliği. İnsanın onunla birlikte yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Bir titan da olabilirdi, bir oyuncak da. Böyle bir güzelliğin solacak olması ne kadar üzücüydü!.. Ya Basil?.. Psikolojik açıdan çok ilginç bir adamdı! Sanatın yeni üslubu, hayata yönelik daha önce görülmemiş bir bakış açısı, oldukça tuhaf bir biçimde fazlasıyla mütevazı bir varlığa sahip ve hayattan bihaber bir adam tarafından ortaya atılmıştı; loş bir ormandan açık araziye gözlere değmeden yürüyüp geçen bu sessiz hayalet bir anda, orman perisi misali korkusuzca kendini göstermişti, çünkü o sessiz hayaleti arayan adamın ruhunda yalnızca mucizelerde görülebilen, olağanüstü bir imgelem can bulmuştu; nesnenin sade şekilleri ve kalıpları, deyim yerindeyse, sanki farklı ve daha mükemmel bir biçimin kalıplarıymışçasına, saf bir hâle bürünüyor ve bir çeşit sembolik anlam kazanıyorlardı, bu farklı ve mükemmel biçimlerin gölgelerini hakikate taşıyorlardı: Tüm bunlar ne kadar da tuhaftı! Tarihte buna benzer bir vaka hatırladı. Bunları ilk analiz eden kişi, düşünce sanatkârı Platon değil miydi? Bir sone dizisinin renkli mermerlerine işleyen Buonarotti4 değil miydi? Fakat içinde bulunduğumuz çağda bu çok tuhaftı… Evet, onun haberi olmaksızın, o muhteşem portreye şekil veren ressamın nazarında bu delikanlı ne anlam taşıyorsa kendisi de Dorian Gray’in için aynı anlamı taşıyacaktı. Ona hâkim olmanın yolunu bulacaktı ki, bu yolu hâlihazırda yarılamıştı zaten. O muhteşem ruha sahip olacaktı. Bu aşkın ve ölümün çocuğunda büyüleyici bir şeyler vardı.

      Birden durdu ve başını kaldırıp evlere baktı. Teyzesinin evinden biraz uzaklaştığını fark etti ve kendi kendine gülümseyerek geri döndü. Kasvetli bir havası olan hole girdiğinde uşak evdekilerin yemeğe geçtiklerini söyledi. Uşaklardan birine şapkasını ve bastonunu verdikten sonra yemek odasına geçti.

      Teyzesi başını sallayarak, “Her zamanki gibi geciktin Harry!” diye bağırdı.

      Sudan bir bahane uydurdu ve teyzesinin yanındaki boş sandalyeye oturup yemekte kimlerin olduğuna baktı. Masanın ucunda oturan Dorian, yanaklarında memnuniyetten oluşan bir allıkla, utangaç bir şekilde onu başıyla selamladı. Karşısında Harley düşesi oturuyordu; kendisini tanıyan herkesçe sevilen ve günümüz tarihçileri tarafından düşes sıfatına malik olmayan kadınlar söz konusu olduğunda şişmanlık olarak tasvir edilen, heybetli bir yapıya sahip, iyi huylu, sevecen bir kadındı. Onun yanında, sağ tarafında, kamusal yaşamında önderinin izinden giden, özel hayatında ise en iyi aşçıları takip eden, iyi bilinen ve akılcı kabul edilen bir düstur doğrultusunda muhafazakârlarla yemek yiyip, liberallerle birlikte düşünen, radikal parlamenter Sir Thomas Burdon oturuyordu. Düşesin solundaki sandalyeyi hatırı sayılır bir cazibeye ve kültüre sahip olan, ne var ki, bir zamanlar Leydi Agatha’ya anlattığı üzere, otuz yaşına gelmeden söylenecek her şeyi söylediği için suskunluk gibi kötü bir alışkanlığın pençense düşen Treadley’den Bay Erskine işgal ediyordu. Lord Henry’nin yanında ise teyzesinin en eski dostlarından biri olan Bayan Vandeleur vardı; kadınlar arasındaki en kusursuz azize olmasına rağmen, öylesine rüküş bir hanımefendiydi ki, kötü ciltlenmiş ilahi kitaplarını hatırlatıyordu. Neyse ki kadının diğer tarafında Lord Faudel oturuyordu; bu adam oldukça zeki, orta yaşlarda, tam bir sıradanlık abidesiydi, Avam Kamarasındaki bakan sözleri kadar cüretkâr bir kafası vardı. Kadın onunla oldukça samimi bir şekilde konuşuyordu, bu yapılabilecek en büyük hataydı; nitekim bu hata, adamın bir defasında bizzat ifade ettiği gibi tüm iyi insanların kapıldığı ve hiçbirinin kendini kurtaramadığı bir hataydı.

      Hoş bir ifadeyle masanın karşısından başını sallayan düşes, “Biz de zavallı Dartmoor’dan bahsediyorduk Lord Henry.” dedi. “Sence gerçekten bu muhteşem gençle evlenecek mi?”

      “Sanıyorum, kadın ona evlilik teklif etmeyi kafasına koymuş düşes.”

      “Bu korkunç bir şey!” dedi Leydi Agatha. “Gerçekten, birinin buna mâni olması lazım.”

      Sir Thomas Burdon kibirli bir ifadeyle, “Güvenilir kaynaklardan öğrendiğime göre kadının babası bir Amerikan manifatura dükkânı işletiyormuş.” dedi.

      “Amcam domuz konservecisi olduklarını söylemişti, Sir Thomas.”

      Düşes “Manifaturacı demek!” dedi. Şaşkınlıkla ellerini havaya kaldırıp cümlenin yüklemini özellikle vurgulayarak “Amerikan manifaturası nedir ki?” diye sordu.

      Kendisine bıldırcın eti alırken “Amerikan romanları.” diye cevap verdi Lord Henry.

      Düşesin kafası karışmıştı.

      Leydi Agatha “Ona aldırma canım.” diye fısıldadı. “Laf olsun diye konuşuyor.”

      Radikal parlamento üyesi “Amerika keşfedildiğinde…” diye söze başlayıp birtakım sıkıcı bilgiler paylaşmaya başladı. Bir bahsin cılkını çıkarmaya çalışan her insan gibi o da dinleyicilerini bitap düşürüyordu.

      Düşes iç geçirdi ve söze karışma ayrıcalığını kullandı. “Keşke hiç keşfedilmemiş olsaydı!” diye bağırdı. “Doğrusu, kızlarımız bugünlerde çok kısmetsiz. Bu tam anlamıyla haksızlık.”

      Bay Eskine, “Her şeye rağmen, Amerika belki de hiç keşfedilmemiştir.” dedi. “Bana kalırsa sadece yeri belli oldu.”

      Düşes belli belirsiz, “Ah, ama ben oraya yerleşen tiplerden bazılarını gözlerimle gördüm.” diye cevapladı. “İtiraf etmeliyim ki, çoğu oldukça sevimli. Ayrıca çok da hoş giyiniyorlar. Kıyafetlerini hep Paris’ten alıyorlar. Keşke benim maddi gücüm de buna yetseydi.”

      Humour’s’un bir kenara attığı kıyafetlerden müteşekkil koca bir gardıroba sahip olan Sir Thomas “İyi Amerikalılar öldüklerinde Paris’e gider, diye bir söz var.” diyerek güldü.

      “Gerçekten mi?! Peki kötü Amerikalılar öldüklerinde nereye giderler?” diye sordu düşes.

      Lord Henry “Onlar da Amerika’ya giderler.” diye homurdandı.

      Sir Thomas’ın kaşları çatıldı. Leydi Agatha’ya hitaben “Korkarım yeğeniniz bu muhteşem ülkeye karşı ön yargılar besliyor.” dedi. “O ülkenin dört bir tarafını, mevzubahis konularda fazlasıyla medeni diyebileceğimiz idareciler tarafından bana tahsis edilen araçlarla gezdim. Sizi temin ederim, o ülkeyi ziyaret etmek insana çok şey öğretiyor.”

      Bay Erskine, hâlinden hiç de memnun olmayan bir ifadeyle “Peki bilgimizi ve görgümüzü artırmak için Chicago’yu da görmemiz gerekiyor mu gerçekten?” diye sordu. “Böyle bir seyahati kaldıracağımı sanmıyorum.”

      Sir Thomas elini şöyle bir sallayıp “Treadley’den Bay Erskine dünyayı kitap raflarında tutuyor. Benim gibi icraat adamları ise var olanlar hakkında yazılanları okumaktan ziyade, onları gözümüzle görmeyi yeğleriz. Amerikalılar oldukça ilginç insanlardır. Gayet mantıklılar. Bana kalırsa bu onların ayırt edici özelliği. Evet, Bay Erskine, onlar gerçekte de çok mantıklı insanlar. Sizi temin ederim, saçma atfedebileceğiniz hiçbir nitelikleri yok.”

      Lord

Скачать книгу


<p>4</p>

Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni. Rönesans’ın ünlü sanatçısı Michelangelo. (ç.n.)