Скачать книгу

nda büyük bir transatlantiğin yükü boşaltılırken gazetelerin çok ayrıntılı ancak çok fantastik süslemelerle bildirdiği garip bir kaza oldu. Oceania isimli geminin yolcusu olmama rağmen, ne ben ne de diğer yolcular bu garip olayın tanığı olabildik. Zira olay, gece vakti gemiye kömür alınırken ve yükler boşaltılırken olmuştu ve hepimiz gürültüden uzaklaşmak için kafelerde veya tiyatroda zaman geçirmek maksadıyla karaya çıkmıştık.

      Yine de ben, şahsen, o zamanlar açıkça dile getiremediğim bazı tahminlerimin o heyecanlı olayın gerçek yüzünü gösterebileceğini zannediyor ve üzerinden yıllar geçtiğine göre o garip olaydan hemen önce yapılan bir konuşmayı artık açıklayabilirim diye düşünüyorum.

***

      Kalküta’daki gemi acentesine gidip Avrupa’ya dönüş için Oceania gemisinde bir yer istediğimde görevli üzgün bir tavırla omuzlarını silkti. Yağmur mevsimi başlamak üzere olduğundan gemideki yerler daha Avustralya’da iken doluyormuş, önce Singapur’dan gelecek olan telgrafı beklemek zorundaymış. Ertesi gün ise bana memnuniyetle bir yer ayırabileceğini bildirdi, geminin ortalarında, güvertenin altında, az konforlu bir kamara varmış. Eve dönmek için sabırsızlanıyordum, bu yüzden fazla tereddüt etmeden o yeri ayırttım.

      Görevli doğru söylemişti. Gemi tamamen doluydu ve kamara kötü, küçük, basık, buhar makinesinin yakınında dikdörtgen bir köşecikti ve sadece yuvarlak puslu bir camdan gelen ışıkla aydınlanmaktaydı. Nefes kesen ağır hava, yağ ve küf kokuyordu. Çelikten yapılmış, çılgın bir yarasa gibi tepemde dönüp vınlayan elektrikli vantilatörden bir an bile kurtuluş yoktu.

      Aşağıdaki makineden, hep aynı merdiveni soluk soluğa yukarıya çıkan bir kömür hamalı varmış gibi çatırtılar ve iniltiler geliyordu; yukarıdaki gezinti güvertesinden de hiç aralıksız oraya buraya gidip gelen adım sesleri…

      Bu yüzden bavulumu küf kokan, gri traversten yapılma mezara bırakır bırakmaz hemen güverteye döndüm ve dalgaların üzerinde karadan gelen, aşağıdan yukarıya bize doğru esen tatlımsı rüzgârı amber kokusuymuş gibi içime çektim.

      Ancak gezinti güvertesinde de sıkışıklık ve huzursuzluk hüküm sürmekteydi; güverte, işsizliğe mahkûm edilmiş, asabi, aralıksız konuşarak aşağı yukarı yürüyen insanlarla doluydu. Kadınların cıvıltılı şakalaşmaları, dar güvertede hiç aralıksız dönüp durmalar, sürüler hâlinde sandalye kümelerinin yanından geçmek, sürekli aynı kişilere rastlamak bir biçimde içimi acıttı. Bambaşka bir dünya, çok hızlı geçen, birbirine karışan manzaralar görmüştüm. Şimdi artık bunları hatırlamak, ayrıntılarını görmek, düzenlemek, tekrar canlandırmak, yani gözüme çarpanları yorumlamak istiyordum fakat burada, bu sıkışık bulvarda bir dakika bile dur durak yoktu. Kitap okumak istediğimde satırlar önümden geçerken konuşanların gölgesinde eriyordu. Geminin bu gölgesiz ve sürekli kalabalık güvertesinde insanın kendi kendisiyle baş başa kalması mümkün değildi.

      Bunu üç gün boyunca denedim, çaresizce insanları seyrettim, denize baktım ama deniz hep aynıydı, mavi ve boştu, sadece güneş batarken birdenbire bütün renklere bürünüyordu. Ve de insanlar; üç yirmi dört saat geçtikten sonra hepsini ezberlemiştim. Her birinin yüzünü bıkasıya incelemiştim, kadınların kulak tırmalayıcı kahkahaları artık rahatsız etmiyordu, Hollandalı iki ahbap subayın bağırıp çağırarak kavga etmelerine artık kızmıyordum. Bu durumda geriye sadece kaçmak kalıyordu ancak kamara çok sıcak ve nemliydi, salonda ise İngiliz kızlar sürekli piyanoda hem yarım yamalak hem de çok kötü vals çalıyorlardı. Sonunda zaman düzenimi tersine çevirmeye karar verdim, kamarama erkenden, öğleden sonra indim, inmeden önce de akşam yemeğini ve dans akşamını uyuyarak geçirmek için birkaç bardak bira içip baygın düştüm.

      Uyandığımda ufak bir tabut gibi olan kamara kapkaranlık ve boğucuydu. Vantilatörü kapatmıştım, bu yüzden hava yağlı ve nemliydi; şakaklarıma baskı yapıyordu. Tüm duyularım bir biçimde uyuşmuş gibiydi; zamanı ve mekânı hatırlamam dakikalar aldı. Saat gece yarısını geçmiş olmalıydı, zira ne müzik sesi vardı ne de aralıksız ayak sesleri; sadece makine, Leviathan’ın1 atan yüreği, geminin gıcırdayan gövdesini nefes nefese görünmeyen uzaklara götürüyordu.

      El yordamıyla güverteye çıktım. Bomboştu. Bakışlarımı dumanı çıkan bacanın ve hayalet gibi parlayan direklerin üzerine kaldırdığımda gözlerime büyüleyici bir aydınlık doldu. Gökyüzü parlıyordu. İçinde bembeyaz kıpırdayan yıldızlara göre karanlıktı ama yine de parıldıyordu; sanki kadife bir perde muazzam bir ışığı saklıyor gibiydi, içine serpilmiş yıldızlar da bu tarif edilemez aydınlığın parladığı aralıklar ve deliklerdi.

      Gökyüzünü hiçbir zaman o geceki gibi görmemiştim, öylesine parlak, öylesine çelik mavisi, sert; ama yine de ışıl ışıl, coşkulu; aydan ve yıldızlardan aşağıya gizlice süzülen ışık fışkırırcasına ve gizemli bir biçimde içten yanıyormuş gibiydi.

      Ay ışığının altında denizin koyu kadife rengine karşılık geminin beyaz boyası parıldıyordu, halatlar, yelkenler, tüm küçük şeyler, tüm konturlar bu ışık selinde erimekteydi; aynı zamanda da direklerin tepesindeki ışıklar boşlukta sallanıyor gibilerdi ve gözetleme yerinin yuvarlak gözünden sarkarken gökyüzünün parlak yıldızlarına karşılık dünyevi sarı yıldızlar gibi duruyorlardı.

      Tam da başımın üzerinde büyülü Güneyhaçı takımyıldızı duruyordu, yanıp sönen elmas çivilerle görünmezliğe çakılmıştı ve sanki sallanıyor gibiydi ancak bunun sebebi sadece geminin sessizce titreyerek nefes alıp veren göğsüyle aşağı ve yukarı, aşağı ve yukarı hareketleriydi; karanlık dalgaların arasındaki dev bir yüzücü gibi.

      Ayağa kalktım ve yukarıya baktım: Sanki banyodaydım, sıcak su yukarıdan üstüme akıyor gibiydi, ancak bu su değil ışıktı, beyaz ve ılık ışık ellerimi yalıyor, omuzlarıma, başıma yumuşacık akıyor ve bir biçimde içime işliyor gibiydi, zira içimdeki tüm karanlıklar birdenbire aydınlanmıştı. Özgürce nefes alıyordum, arınmış ve huzura kavuşmuştum, dudaklarıma değen hava berrak bir içecek gibiydi; yumuşak, mayalanmış, hafif bir sarhoşluk veren bu hava, içinde meyvelerin ve uzaklardaki adaların kokusunu taşımaktaydı.

      Şimdi, geminin güvertesine ayak bastığımdan beri ilk defa hayal kurmanın kutsal keyfini hissettim, hatta daha da ötesini, beni bir kadın gibi saran bu yumuşaklığa bedenimi teslim etme arzusunu.

      Sırtüstü uzanmak, bakışımı yukarıya, beyaz hiyerogliflere çevirmek istedim ancak şezlonglar, güverte sandalyeleri toplanmıştı, boş gezinti güvertesinde oturulabilecek hiçbir yer yoktu. Bu yüzden el yordamıyla geminin ön tarafına doğru ilerlemeye devam ettim, gözlerim, çevredeki eşyalardan gittikçe daha kuvvetli ve içime işliyor gibi yansıyan ışıktan kamaşmıştı.

      Bu kireç gibi beyaz, parlak ve yakıcı yıldız ışığı neredeyse acı veriyordu fakat gölge bir yere saklanmak istiyordum, bir mindere uzanmak, parıltıyı içimde değil, üstümde, eşyalardaki yansımasında seyretmek istiyordum; sanki karartılmış bir odadan bir manzara seyrediyormuş gibi. Nihayet halatların üzerinden sendeleyerek, demir çubukların yanından geçerek geminin ucuna kadar geldim ve geminin burnunun siyahı nasıl deldiğini ve eriyen ay ışığının köpürerek keskin yüzeyin iki yanına doğru püskürdüğünü gördüm.

      Saban, sanki tekrar tekrar kapkara toprağa dalıp çıkıyor gibiydi; ben de o yenilen doğanın tüm azabını, bu parıltılı oyunda dünyevi gücün tüm sevincini hissediyordum. Ve bu seyir sırasında zamanı unuttum. Böylece dururken bir saat mi yoksa sadece dakikalar mı geçmişti, geminin kocaman beşiği beni yukarı aşağı zamanın ötesine sallamıştı. Sadece içime büyük bir mutluluğa benzer bir yorgunluk çöktüğünü hissettim. Uyumak istiyordum, rüya görmek; ama yine de bu büyüden uzaklaşmak, aşağıya tabutuma gitmek istemiyordum. Tesadüfen ayağım bir halat demetine denk geldi. Üstüne oturdum, gözlerimi kapattım ve yine de kapkaranlık olmadı, çünkü her şeyin ve benim üstümde gümüş parıltılar akmaktaydı. Aşağıda suların usulca şırıldadığını duyuyordum, üstümde bu dünyanın beyaz akıntısının duyulmayan tınısını. Ve bu şırıltılar yavaş yavaş kanıma geçti: Artık kendimi hissedemiyordum, bu nefes benim miydi yoksa geminin uzaktan gelen kalp atışlarının mıydı bilmiyordum, bu gece yarısında dünyanın ardı arkası gelmeyen hışırtıları ile birlikte akıyor, yayılıyordum.

***

      Yanımdan gelen hafif, kuru ve sert bir öksürük

Скачать книгу


<p>1</p>

Leviathan: Tevrat ve İncil’de kötülüğü temsil eden bir su canavarının adı. (ç.n.)