Скачать книгу

gösterişli sakalını okşayarak:

      “Doğrusu bir bilim adamının kendisini böylesine rezilce bir düşünceye kaptırmasına çok şaşırdım, efendim!” diye gürledi. “Senin gibi iddialı bir doğa bilimcisinin eline dünyada hiç eşi benzeri olmayan böyle bir yeri araştırma fırsatı geçmiş ve sen ne bunun kendisi hakkında ne de içindekiler hakkında en ufak bir bilgi kırıntısı bile öğrenemeden burayı terk etmeyi öneriyorsun. Senden daha aklı başında bir davranış beklerdim, Summerlee.”

      Summerlee suratını ekşiterek:

      “Şunu hatırlamalısınız ki Londra’da kalabalık bir sınıfım var.” dedi. “Ve şu anda da yerime vekâlet eden kişi tamamen yetersiz. Bu da benim durumumu sizinkinden farklı kılıyor, öyle değil mi Profesör Challenger? Zaten hatırladığım kadarıyla size hiçbir zaman eğitsel sorumluluk taşıyan bir görev verilmedi.”

      “Elbette.” dedi Challenger. “En üstün seviyede bilimsel araştırmalar yapabilecek kapasitedeki bir beyni eften püften şeylerle uğraşmak için ikiye bölmekten esef duyarım. Bu yüzden de bu tip üniversite öğretim üyeliği gibi tekliflere kesinlikle yüz çevirdim.”

      “Mesela hangi tekliflerdi acaba bunlar?” diye soran Summerlee’nin yüzünde alaycı bir gülümseme belirmişti fakat Lord John hemen müdahale ederek konuyu değiştirdi.

      “Doğrusu şu anda elimizdeki kısıtlı bilgilerden çok daha fazlasını elde etmeden Londra’ya dönmek hiç de iyi olmaz derim ben.”

      “Ben de ofise dönüp şu bizim McArdle’la (Umarım bu belgeyi gerçeğe sadık biçimde oluşturma çabamın bu tür sonuçlarını mazur görürsünüz, değil mi efendim?) karşılaşmayı göze alamazdım.” dedim. “Böyle tamamlanmamış bir haberi geride bıraktığım için beni hiç affetmezdi. Kaldı ki bunu tartışmanın da pek bir anlamı yok çünkü görebildiğim kadarıyla aşağıya inmemiz zaten istesek de mümkün değil…”

      “Genç dostumuz zihinsel faaliyet alanındaki belirgin eksikliğini bir anlamda ilkel sağduyuyla kapatmasını iyi beceriyor.” diye bir yorum getirdi Challenger. “Beş para etmez mesleğinin incelikleri bizi ilgilendirmez ama gözlemlerinde haklı. Zaten aşağıya inemediğimize göre bunu tartışarak zaman harcamak boşuna.”

      “Başka şeylerle uğraşmak da boşuna zaman kaybı!” diye homurdandı Summerlee, piposunun ardından. “Size burada tamamıyla belirgin bir görev için bulunduğumuzu hatırlatayım. Bu da Londra’da Zooloji Enstitüsündeyken verilen, Profesör Challenger’ın iddialarının doğru olup olmadığını araştırma görevidir. Şu anda kabul etmek durumundayım ki ifadelerinin doğru olduğunu söyleyebilecek bir pozisyondayız. Sonuç olarak görevimiz tamamlanmıştır. Platoda geri kalan detaylı işleri araştırma görevini ise ancak çok özel aygıtlarla donatılmış ve çok daha kalabalık bir kafilenin gerçekleştirmesini bekleyebiliriz. Bunu kendimiz becermeye kalkarsak olası tek sonuç, elimizdeki önemli bilimsel verileri bile geri götüremeyecek olmamızdır. Profesör Challenger, imkânsız gibi gözükmesine rağmen bizi platoya ulaştıracak metotlar geliştirmeyi becerdi; bence şimdi de ondan, geldiğimiz dünyaya bizi geri götürebilecek dâhiyane fikirler bulmasını bekleyebiliriz.”

      İtiraf ediyorum ki Summerlee görüşlerini böyle aktarınca bana bayağı makul gelmişti. Hatta Challenger bile, iddialarının doğruluğunun kanıtlanışının kendisinden şüphe edenlere ulaşmaması hâlinde rakiplerinin hiçbir zaman yalanlanmayacak olması gerçeğinden etkilenmişti.

      “Aşağıya iniş, ilk bakışta epey yaman gözüküyor.” dedi. “Fakat yine de zekânın üstesinden gelemeyeceği bir iş olduğunu zannetmiyorum. Ben de şu anda Maple White Ülkesi’nde uzun uzadıya kalmanın gereksiz olduğu konusunda meslektaşımla hemfikirim. Çok yakında geri dönme sorunuyla yüz yüze geleceğimiz açık. Bununla beraber, bu bölgeyi en azından üstünkörü bir inceleme yapmadan ve bir haritasını dahi çıkarmadan terk etmeye kesinlikle karşıyım.”

      Profesör Summerlee sabırsızlıkla patladı:

      “İki koca gün bölgeyi keşfetmekle geçti ama şu an başladığımızdan fazla bir şey öğrenmiş değiliz. Etrafının çok sık ağaçlıklarla kaplı olduğu belli ve böyle bir bölgede ilerleyebilmek, bir alanın başka bir alanla orantısını belirleyebilmek aylarımızı alır. Eğer merkezî bir tepelik olsaydı durum farklı olurdu ama göz alabildiğine aşağı doğru giden bir eğim var. Ne kadar ilerlersek genel bir gözlem yapmaktan o kadar uzaklaşmış olacağız.”

      Fikir tam o anda kafamda doğuvermişti. Gözlerim şans eseri, kocaman dallarını tepemize uzatmış ginkgo ağacının yumru yumru, dev gövdesine takılmıştı. Eğer gövdesi diğer bütün ağaçlardan daha büyükse tabii ki yüksekliği de hepsini geçmeliydi. Platonun ağzının en yüksek noktası olduğunu kabul edersek, bu dev ağacın bütün ülkeye hükmeden doğal bir gözetleme kulesi pozisyonunda durduğunu düşünmemek için hiçbir neden yoktu. Ben İrlanda’da koşturup durduğum delişmen günlerimde acayip cesur ve becerikli bir ağaç tırmanıcısıydım. Evet, arkadaşlarım belki kaya tırmanma ustası olabilirlerdi ama o koca dallara tırmanmaya sıra geldi mi kimse elime su dökemezdi benim. Ayaklarımı alçak dallardan birine bir atabilirsem tamamdı, ondan sonra zirveye kadar çıkamazsam gerçekten tuhaf kaçardı doğrusu. Arkadaşlarım fikrimi sevinçle karşıladılar.

      Challenger, yanaklarında âdeta kırmızı kırmızı elmalarla:

      “Genç dostumuz, belki daha kalıplı ve oturaklı görünüşe sahip bir adam için imkânsız olabilecek akrobatik işlere yatkın. Kararını alkışlıyorum.” dedi.

      “Vay canına! Delikanlı, sen işi götürdün!” dedi Lord John, sırtımı sıvazlayarak. “Nasıl oldu da bizim aklımıza gelmedi, hayret… Şimdi belki bir saatlik gün ışığı kaldı ama yanına not defterini alırsan bölgenin şöyle kabaca bir haritasını çıkarabilirsin. Şu üç cephanelik sandığını ağacın altına getirdik mi hemen seni üzerine kaldırır.”

      Yüzümü ağaca doğru döndüm, o da kutuların üzerinde durup beni hafifçe yukarı kaldırmaya koyuldu. Bu sırada Challenger ileri zıplayarak kürek gibi kocaman eliyle beni öyle bir ittirdi ki neredeyse ağaca gömülecektim. İki elimle dalı kavrayıp ayaklarımla güç bela tırmanarak ilk önce gövdemi, sonra da dizlerimi üstüne çıkartmayı becerdim. Başımın üzerinde büyük bir merdivenin basamaklarına benzeyen üç adet mükemmel yeni sürgün dal çıkıntısı vardı. Daha ötesinde ise elverişli dallardan kümeler oluşmuştu. Dolayısıyla yukarı doğru şimdi öyle bir hızla tırmanıyordum ki birazdan zemin tamamen gözden kaybolmuş ve altımda sadece yapraklar gözükmeye başlamıştı. Arada sırada duraklayarak, güçlükle iki üç metre tırmanmak zorunda kalıyordum ama yine de müthiş bir ilerleme kaydetmiştim. Challenger’in gürleyen sesi, altımda sanki çok uzak bir mesafeden geliyordu artık. Buna rağmen yukarı baktığımda yapraklarda hiçbir seyrelme gözükmüyordu. Dev gibi bir şeydi bu ağaç. Yukarı doğru tırmandığım dalın üzerinde çalılığa benzeyen bir kümeleşme vardı; herhâlde dalın üzerinde yuvalanmış bir parazittir diye düşünmüştüm. Başımı uzatarak ne olduğunu anlamaya çalışırken gördüğüm şey yüzünden uğradığım şoktan az daha aşağı düşüyordum. Sadece 50 60 santim uzaklıkta bir surat beni süzüyordu. Suratın sahibi olan yaratık parazitin arkasına çömelmişti ve benimle aynı anda bakınca yüz yüze gelmiştik. Bir insan yüzüydü bu ya da şimdiye kadar gördüğüm maymunlarınkinden çok daha fazla insana benzeyen bir maymun yüzü. Uzun, beyazca ve kabarcıklarla doluydu bu yüz. Burnu yassıydı, alt çenesi çıkıntılıydı ve çenenin etrafında sert kıllar pırıldıyordu. Ağır ve gür kaşların altındaki gözler hayvansı ve vahşiydi. Lanet okurmuş gibi hırlayarak ağzını açtığında kavisli, keskin dişleri olduğunu

Скачать книгу