Скачать книгу

yaptıktan sonra tutulacak en iyi yolun, yukarıya çıkmak için başka elverişli bir nokta bulana kadar kayanın etrafında dolanmak olduğuna karar vermiştik. Yüksekliği hissedilir ölçüde azalmış olan uçurumun hatları, şimdiden batıdan kuzeye doğru eğim almaya başlamıştı, ki eğer bunu bir çemberin dönemeci olarak farz edersek çevrenin bütünü o kadar büyük olamazdı. O zaman en kötü olasılıkla birkaç gün içerisinde başlangıç noktamıza geri dönmüş olacaktık.

      O gün neredeyse yirmi yirmi iki mile yaklaşan sıkı bir yürüyüş yaptık, hem de hiç umudumuzu yitirmeden.

      Bu arada şunu da belirtmeliyim ki barometrelerimiz, kanoları bırakıp devamlı olarak yukarıya tırmanmaya başlayalı beri, deniz seviyesinden en az bin metre yüksekliğe çıktığımızı söylüyordu bize. Dolayısıyla bitki örtüsünde ve iklimde büyük bir değişim söz konusuydu; tropikal yolculukların en büyük belalarından olan o korkunç böcek istilasını kısmen atlatmıştık. Hâlâ birkaç palmiye ağacı göze çarpıyordu ve sürüyle de eğrelti ağacı ama Amazon bölgesine has ağaçlar artık geride kalmıştı. Burada, bu kuş uçmaz kervan geçmez kayalıklarda, çadır çiçeğini, çarkıfelek ve begonyayı görebilmek çok güzel bir şeydi; evi hatırlatıyorlardı bana. Hele kırmızı bir tanesi vardı ki Streatham’da bir villanın penceresinde gördüğüm begonyanın rengiyle tıpatıp aynıydı fakat kişisel hatıralara dalmamalıyım şimdi.

      O gece -hâlâ platonun etrafını dolandığımız ilk günden bahsediyorum- bizi muhteşem bir deneyim bekliyordu. Yanı başımızda bizi bekleyen harikalar hakkındaki tüm kuşku bulutlarını sonsuza dek dağıtacak bir deneyimdi bu.

      Sevgili Bay McArdle, bu satırları okurken belki de ilk defa, gazetenin beni buralara nafile yere, bir hayal peşinde göndermediğine ve profesör kullanmamıza izin verdiği zaman dünyayı ayağa kaldıracak haberler olduğuna inanacaksınız. İngiltere’ye kanıtlarımla dönemediğim takdirde bu haberleri yayımlamaya cüret etmeyeceğim yoksa gazeteciliğin gelmiş geçmiş en büyük Munchausen’ı olarak damgalanabilirim. Eminim ki siz de aynı şekilde düşünüyorsunuz ve bu tip haberlerin doğal olarak yarattığı eleştiri ve kuşku bombardımanını karşılamaya hazır olmadan “Gazette”nin güvenirliğini tehlikeye atmak istemiyorsunuzdur. O hâlde gazeteye bomba gibi bir başlık olabilecek bu müthiş olay, editörün çekmecesinde sırasını beklemek zorunda.

      Üstelik her şey öylesine yıldırım hızıyla olup bitti ki geriye beynimizde yaşattığımız görüntülerden başka hiçbir tekrarı kalmadı.

      Olan şuydu: Lord John bir ajouti vurmuştu -domuza benzer küçük bir hayvandı bu- ve bunun yarısını yerlilere verdikten sonra diğer yarısını kendi ateşimizde pişiriyorduk. Hava karardıktan sonra soğuk bastırdığı için hepimiz iyice ateşe sokulmuştuk. Ay olmamasına rağmen, yıldızların ışığıyla ovaya doğru epeyce uzak bir mesafe görülebiliyordu. İşte tam o sırada aniden geceyi yararak, karanlığın içinde uçak gibi bir şey vızıldadı. Bir anda hepimiz derimsi kanatların gölgesiyle çevrilmiştik ve gözlerim saniyeler kadar kısa bir süre için, uzun, yılan gibi bir boyuna, kırmızı, vahşi ve delici bir göze ve beni şaşkınlığa sürükleyen küçük pırıldayan dişlerle dolu, kocaman, açılıp kapanan bir gagaya kilitlenmişti. Bir saniye sonra yok olmuştu yaratık; yemeğimizle birlikte. Boydan boya altı metre uzunluğunda, kocaman, siyah bir gölge havada süzüldü; bir an için dev kanatlar yıldızları kapladı ve sonra tepemizdeki kayalıkların sırtına doğru uçarak kayboldu gitti. Ateşin etrafında, tıpkı Harpies’in üzerlerine çöktüğü Virgil’in kahramanları gibi, nutkumuz tutulmuşçasına öylece kalakalmıştık. İlk konuşan Summerlee oldu:

      “Profesör Challenger.” dedi ağır ağır, sesi duygu doluydu ve titriyordu. “Size bir özür borçluyum. Ben çok yanılmışım efendim. Ümit ediyorum ki geçmişte olanları unutacaksınız.”

      Çok güzel söylenmişti bu söz ve iki adam ilk defa el sıkıştılar. Net olarak gördüğümüz ilk pterodactyl’in kazancı bu olmuştu bizim için. Böylesi iki adamı bir araya getirmek, akşam yemeğimizin çalınmasına değerdi doğrusu.

      Ancak diyebilirim ki platoda prehistorik bir hayatın varlığı söz konusuysa da pek bol değildi bu, çünkü ilerleyen üç gün içerisinde başka hiçbir emaresine rastlayamamıştık. Bu süre içerisinde taşlık bir çöl ile güney ve doğudaki tepelikleri yabani tavuklarla dolu ıssız bataklıklar arasında uzanan zorlu, çorak bir bölgeyi aştık. Bu yönde ilerlemek hayli zorlamıştı bizi; uçurumun tam dibinde, üzerinde yürünecek sertçe bir kenar uzantısı olmasaydı geri dönmek zorunda kalacaktık. Bu eski, yarı tropikal bataklıkta defalarca belimizin hizasına dek çamur ve pisliğin içine gömülmüştük. Hepsinin üzerine tüy diken olay ise bölgenin Güney Amerika’da rastlanan en zehirli ve saldırgan yılan olan Jaracaca yılanının çok hoşlandığı bir üreme alanı olmasıydı. Bu korkunç yaratıklar batağın üzerinde kıvrılıp bükülerek tekrar tekrar üzerimize atlayıp duruyorlardı; öyle ki kendimizi ancak tüfeklerimizi her an hazırda tutarak emniyette hissedebiliyorduk. Bataklığın üzerindeki huni biçimli, içinde yaşayan bir tür likenin cırtlak yeşil bir renk verdiği o basıklık, eminim ki yaşadığım sürece kâbuslarımda yer alacak. Çünkü bu basık alan her nasılsa bu iğrenç yaratıklara özel bir yuva işlevi görmekteydi, öyle ki bunların ağzı âdeta bu hayvanlarla kaynıyordu. İnsana gördüğü anda saldırmak, Jaracaca yılanına has bir özellikti. Vuramayacağımız kadar çok yılan olduğundan, yapabileceğimiz en sağlıklı işi yaparak tabana kuvvet kaçtık buradan, hem de nasıl kaçmak! Sonunda durduğumuz zaman tükenmiştik âdeta. Arkamıza dönüp baktığımız zaman korkunç takipçilerimizin kafalarının, gövdelerinin, uzaklarda sazlıklar arasında nasıl batıp çıktığını gördüm ve o sahneyi hep hatırlayacağım. Hazırladığımız haritada “Jaracaca Bataklığı” adını koyduk bu bölgeye.

      İlerideki kayalıkların rengi değişmiş, şimdi çikolata gibi kahverengiye dönüşmüşlerdi. Bitki örtüsü daha da sıklaşmış ve yükseklikleri 100 150 metreye kadar inmişti. Ancak yine de çıkış için elverişli bir noktadan eser yoktu. Hatta işin doğrusu buraya tırmanabilmek, ilk başladığımız yerdeki noktadan tırmanabilmekten daha da imkânsızdı. Aşılmaz diklik, taşlık çölden çektiğim fotoğrafta da iyice belli olmakta.

      “Yağmur mutlaka bir yolunu bulup aşağıya iniyordur.” dedim durumu değerlendirirken, “Kayalarda yağmur olukları olması lazım.”

      “Genç arkadaşımız zekâ pırıltıları gösteriyor!” dedi Challenger omzuma hafifçe vurarak.

      “Yağmur bir yerlere gitmeli.” diye tekrarladım.

      “Evet, doğru söylüyor. Ama gerçek şu ki gözlerimizle de kanıtladığımız üzere kayalıklarda su oluğu yok.”

      “O hâlde su nereye gidiyor?” diye ısrar ettim.

      “Herhâlde dışarıya gitmiyorsa içeriye gidiyor demek doğru olacaktır.”

      “O zaman ortada bir göl olmalı.”

      “Öyle gözüküyor.”

      “Büyük bir olasılıkla bu göl, eski bir krater olacak.” dedi Summerlee. Oluşumu tamamıyla yüksek derecede volkaniktir tabii ki… Ancak her ne şekilde olursa olsun, platonun yüzeyinin içinde epey bir miktar suyla dolu olarak içe doğru eğik olmasını bekliyorum ve bu da bazı yer altı kanalları vasıtasıyla Jaracaca Bataklığı’na bir yol buluyor olabilir.”

      “Veya buharlaşma bir denge unsuru oluşturuyor.” diye işaret etti Challenger.

      Ve böylece iki bilgin, sıradan biri için Çinceden farksız olan o normal bilimsel tartışmalarından birine daha dalıp gitti.

      Altıncı günde kayalıklar etrafındaki ilk turumuzu tamamlayarak

Скачать книгу