Скачать книгу

Amerika delisi olduğunu daha önce de söylemiştim. Bu muhteşem topraklar hakkında ateşli bir heyecana kapılmadan konuşması imkânsızdı ve bu heyecan öylesine bulaşıcıydı ki ne kadar bilgisiz olsam da benim bile ilgimi çekiyor ve merakımın uyanmasına neden oluyordu. Onun konuşmasındaki o ihtişamı taklit edebilmeyi çok isterdim; acayip olduğu kadar gerçek bir bilgi yumağına sahip olmasını, bunları hayranlık uyandırıcı ölçüde ilginç kılan o kıvrak zekâsını, gördükçe profesörün zayıf suratındaki kuşkucu ve alaycı gülümsemenin nasıl yok olmaya yüz tuttuğunu anlatabilmeyi de öyle. Bize bu muazzam nehrin nasıl bir çabuklukla keşfedildiğinin hikâyesini anlatıyor (çünkü Peru’yu fethedenlerin bir bölümü bütün kıtayı bu sular üzerinden katetmişti) ve aynı zamanda her dem değişken olan kıyıları nedeniyle buranın aslında ne kadar bilinmedik bir yer olduğunu söylüyordu.

      “Şurada ne var?” diye kuzeyi işaret ederek haykırıyordu. “Ağaçlık, bataklık ve balta girmemiş ormanlık alan. Burada ne olduğunu kim bilebilir? Ya öte tarafta, güneyde? Beyaz insanın adım atmadığı, alabildiğine uzanan bataklık bir orman. Etrafımız tamamen bilinmeyenle çevrili, nehrin dar kıyı şeridi dışında kimin ne bilgisi var ki? Böyle bir yerde neyin mümkün olduğunu kim söyleyebilir? Eski kurt Challenger neden haklı olmasın ki?”

      Bunun üzerine Profesör Summerlee’nin yüzüne tekrar o inatçı gülümseyiş yerleşiyor; adam, başını oturduğu yerden, piposunun dumanı ardından, alaycı ve onaylamayan bir sessizlikle sallamaya koyuluyordu.

      Bu iki beyaz yol arkadaşım hakkında şimdilik bu kadar bilgi yeter. Şüphesiz bu hikâye devam ettikçe, karakterleri veya yetersizlikleri, ki elbette bu kendim için de geçerli, gün ışığına çıkacaktır. Daha şimdiden, gelecekteki maceralarımızda belki de hiç küçümsenmeyecek derecede etkili olabilecek birkaç yardımcı edindik kendimize. Bunlardan ilki Zambo adındaki dev bir zenci. Âdeta siyah bir Herkül bu; bir at gibi kuvvetli ve zekâsı da ancak o kadar. Onu Para’da, çalışırken tutuk bir İngilizce öğrendiği buharlı gemi şirketinin tavsiyesi üzerine aramıza katmıştık.

      Aynı şekilde, iki melez olan Gomez ve Manuel’i de nehrin üst kesiminden kızılağaç yükleriyle henüz geldiklerinde Para’da işe almıştık. Birer panter gibi çevik, hareketli ve vahşi görünümlü, sakallı, karayağız iki adamdı bunlar. Her ikisi de hayatlarını, keşfetmek üzere yola çıktığımız nehrin üst kesimlerinde geçirmişti ve Lord John da bu özelliklerinden dolayı onları işe almıştı. Bunlardan Gomez’in bir diğer avantajı da mükemmel derecede İngilizce bilmesiydi. Bu adamlar, ayda on beş dolara şahsi hizmetçilerimiz olarak çalışmaya, yemek pişirmeye, kürek çekmeye veya işe yarayabilecekleri her konuda bize yardım etmeye razıydılar. Bunların yanı sıra, balık avında ve kayık işlerinde Bolivya’daki tüm kıyı kabilelerinin en beceriklisi olan Mojo kızılderililerinden üçünü işe almıştık. Reislerini, aramızda, kabilesine atfen Mojo diye adlandırmıştık, diğer ikisini ise Jose ve Fernando olarak biliyorduk. Eşine rastlanmadık yolculuğa başlamak üzere Manaos’da direktiflerin açıklanmasını bekleyen bu ufak kafile, işte böylece üç beyaz, iki melez, bir zenci ve üç yerliden oluşmaktaydı.

      Nihayet, bıkkınlık verici bir haftadan sonra, beklenen gün ve saat gelip çatmıştı. Sizden, Manaos’a iki saat uzaklıktaki çiftliğin gölgelendirilmiş oturma odasını göz önüne getirmenizi istiyorum şimdi. Dışarıda, neredeyse palmiye ağaçlarının kendisi kadar gerçek gibi gözüken siyah ve belirgin gölgelerin arasında, etrafa yayılmış yakıcı, pirinç sarısı bir güneş. Sakin bir hava. Arıların derinlemesine, pesten uğultusundan sivrisineklerin tiz, hevesli vızıltısına kadar değişik oktavlardan devamlı sürüp giden bir çınlama. Verandanın ötesinde, kaktüslerin oluşturduğu çitle çevrilmiş ve çiçek açan fundalık kümeleriyle süslenmiş, küçük bir bahçe. Bahçenin etrafında, pırıl pırıl ışığın aydınlattığı alanda, kâh o yana kâh bu yana uçuşup duran şahane, mavi kelebekler ve ufacık, cıvıldaşan kuşlar. Bu bahçede, üzerinde mühürlü bir mektubun durduğu yuvarlak, hasırdan bir masanın etrafında oturan bizler. Mektubun üzerinde Profesör Challenger’ın köşeli, hırçın yazısıyla karalamış olduğu kelimeler şöyleydi:

      Lord John Roxton’a ve beraberindeki gruba talimatlar. Tam olarak 15 Temmuz günü saat 12.00’de açılacak.

      Lord John, saatini yanındaki masanın üzerine yerleştirmişti.

      “Yedi dakikamız daha var.” dedi. Sevgili ahbabımız son derece kesin belirtmişti.

      Profesör Summerlee sıska eliyle zarfı kavrarken yüzünde zehirli bir gülümseme belirmişti.

      “Zarfı şimdi veya yedi dakika sonra açmanın ne farkı olabilir ki?” dedi, “Bunların hepsi, maalesef, adı malum yazarın ortaya koyduğu sahtekârlık ve saçmalık sisteminin bir parçası.”

      “Haydi, bırakın, oyunu kurallarına göre oynamalıyız.” dedi Lord John. “Bu, yaşlı kurt Challenger’ın şovu ve biz de onun iyi niyeti sayesinde buradayız, o hâlde mektup için verdiği talimata uymazsak haksızlık olur.”

      “Şu hâle bak!” diye bağırdı profesör acı acı, “Londra’da gülünç gelmişti zaten, ancak işin içine girdikçe daha da saçma geliyor. Bu zarfın içinde ne olduğunu bilmiyorum ama eğer gerçekten sağlam bir şey değilse ilk gemiyle Peru’ya, oradan da Bolivya’ya geçmek niyetindeyim ben. Ne de olsa bir zırdelinin iddialarını çürütmekten daha önemli işlerim var şu dünyada. Haydi Roxton, zamanı geldi artık!”

      “Tam zamanı.” dedi Lord John. “Düdüğü çalabilirsin.”

      Zarfı alarak çakısıyla kestikten sonra içinden katlanmış bir kâğıdı çekip çıkardı. Bunu dikkatle açarak masanın üzerinde düzeltti. Boş bir sayfaydı bu. Kâğıdın arka yüzünü çevirdi. Burası da yazısızdı. Şaşkın bir sessizlik içinde birbirimize bakakalmışken Profesör Summerlee’nin attığı alaycı kahkahanın ahenksiz gürültüsü sessizliği bozdu.

      “İşte açık itirafı!” diye bağırdı. “Daha ne istiyorsunuz ki adamın kendisi de bir şarlatan olduğunu itiraf etmiş oluyor. Şimdi yapmamız gereken şey, eve geri dönmek ve bu adamın nasıl utanmaz bir sahtekâr olduğunu rapor etmek!”

      “Görünmez mürekkep!” diye öneride bulundum.

      “Zannetmem.” dedi Lord Roxton, kâğıdı ışığa tutarak. “Hayır, delikanlı-adamım, kendini kandırmanın gereği yok. Bu kâğıdın üzerine hiçbir şey yazılmadığına dair kefil olurum ben.”

      “Gelebilir miyim?” diye bir ses gürledi verandadan.

      Basık bir figürün gölgesi, bir tutam güneş ışığının önüne set çekmişti şimdi. Bu ses!.. Bu canavar gibi geniş omuzlar!.. Hepimiz şaşkınlıktan nutkumuz tutulmuş bir hâlde ayağa fırlarken, Challenger, renkli kurdeleli, yuvarlak, çocuksu şapkasıyla, ceketinin ceplerindeki elleriyle ve zarif ayakkabılarıyla, önümüzdeki açık alana doğru yürüyordu. Orada başını arkaya atarak, Asurlularınki gibi fiyakalı sakalıyla, düşük göz kapaklarının bildik küstahlığıyla ve tahammülsüz gözleriyle, altın gibi bir parıltının ortasında durdu.

      “Korkarım ki birkaç dakika geciktim.” dedi saatini çıkararak. “İtiraf etmeliyim ki bu zarfı size verirken onu hiç açmamanızı ummuştum. Çünkü vakit gelmeden size ulaşmaya kesinkes kararlıydım. Bu talihsiz gecikmeyi beceriksiz bir kaptanla mütecaviz bir kıyı şeridine bağlayabiliriz. Korkarım ki bu gecikme, meslektaşım Summerlee’ye, saygısızca küfür etmek için iyi bir fırsat verdi.”

      “Söylemem gerekir ki ortaya çıkışınız bizi oldukça rahatlattı efendim.” dedi Lord John, sesinde hafif haşin bir havayla. “Yoksa görevimiz zamansız bir biçimde sona ermiş gibi gözüküyordu. Hâlâ neden bu işi böyle

Скачать книгу