Скачать книгу

her mahsulünü, her safasını, her hâlini bir teşbih ile tasvir etmek benim değil; gökyüzünü ham eriğe, küre-i zemini kızıl yumurtaya benzeten eshab-i hayalin dahi kolaylıkla muktedir olabileceği şeylerden değildir.

      Mamafih, bedayi-i baharın yalnız çemeniyle, gülüyle, lalesiyle iktifa edemeyeceğim.

      Acaba az rüzgârlı, hafif bulutlu bir havada bir baharın çemenistanına ziya aksedince hasıl ettiği hâle hiç dikkat edilmiş midir? Bir taraftan rüzgârın tahriki, bir taraftan bulutların sayesi çemenzarı her mevci bir başka şekle girmiş bir yeşil hareye benzetmez mi? Ekser sahralarda görüldüğü gibi, çemenler öbek öbek her renkte, her şekilde çiçeklerle müzeyyen olurlar da güneşin pertevi üzerlerinde temevvüce başlarsa rûy-i arza tavus tüyünden halılar (kaliçe)21 döşenmiş zannolunmaz mı? Hurşid-i nevbahar, feyzini yalnız zemine hasretmez. Sabah akşam gökleri de nura gark eder, renge boğar. Baharın küre-i nesime verdiği letafetten midir nedir? O fasılda gökyüzünün letaif-i elvanı olsa olsa güneş çehreli, ziya saçlı bir dilberin mai gözlerinde görülebilir.

      Baharda havanın feyziyle bulutlara gelen hiffetten midir nedir? O zamanın fecrindeki, şafağındaki safalar da sair vakitlerin tuluuna, gurubuna benzemez.

      Ziyanın hasıl ettiği renkler bir derece parlak, bir derece revnaklı görünür ki afaka binlerce alaim-i sema yığılmış kıyas olunur. Gûya ki felek baharın zemine verdiği hüsne gıpta eder ve ufukta bahçelerimize nazire yapmaya kalkışır. Güneş ya tulu veya gurup edip de saba temevvüce başladığı gibi bulutlar paralanır; kimi yeşillenir yaprak şeklini bağlar kimi ağarır zambak gibi açık saçık salınmaya başlar kimi morarır sümbül gibi, kandil gibi öteye beriye dağılır. Nazar eb’ad-i namütenahi içinde kendini kaybetmeye başlayıp da kuvâya hayal galebe edince adam sema deryanın veya derya semanın aynası olmuş, bağlardaki çiçekler semaya veya ufuktaki bulutlar deryaya aksetmiş, hasılı yerle gök birleşmiş kıyas etmemek kabil değildir.

      Baharımızın mehtabını unutmayalım. Eğer hilal ise ekseriyet üzere etrafına bedir büyüklüğünde, bedir şeklinde, bedir letafetinde bir hale bağlar ki hani “Kamer bir mahluktur, bazı sehhareler [büyücü karılar] yere indirirler de sütünü sağarlar” itikadında bulunanlar yok mu? Onlardan biri, bu hilal ve haleyi görünce o sütü sağılan mahlukun hamile (hamil)22olduğuna zâhib olsa revadır.

      Eğer bedir ise etrafına bir sarı hale dağıtır ki bizim gibi mehtabın da bir âlem olduğunu bilenler dahi felekte ak benizli bir kız pencereden aşağı sarkmış, sırma saçlarını çehresinin etrafına dağıtmış, zeminin ârâyiş-i rengârengini temaşa ediyor zanneylese tayib olunmaz.

      Mehtabın baharda deryaya aksini seyretmelidir ki serv-i sîmînin letafetinde olan kemali anlamak mümkün olabilsin. Havalar berrak, sular sâf; serv-i sîmîn ise gûya ki nurdan dökülmüş bir peri kızı gibi anadan doğma çıplak suya girer, şinaverliğe başlar. Vücuduna dokunan her katre su iken nur kesilir. Derya arasında, güzeran-i hayal için, minhac-i hakikat gibi nuranî bir cadde peydah olur.

      Biz galiba sadaddan çıktık. Muradımız, Çamlıca’nın tarifine evsaf-i bahardan bir girizgâh bulmak idi. Fakat yazın mev’id-i telakisini ararken yolda çiçek toplamaktan kendini alamayan hevadarân-i muhabbet gibi pişgâh-i tasavvura rast gelen birkaç taze hayali çiğneyip geçmeye gönlümüz kail olmadı. Taciz ettikse af niyaz eyleriz. İşte maksada şüru’ ediyorum.

      Ey âlem-i misalin seyyah-i hûşyârı

      Hiç kasr suretinde gördün mü nevbaharı? 23

      İstanbul’u görenlere malumdur ki; Çamlıca Köşkü, ruhperverlikte nevbahardan aşağı kalır bedayi-i rüzgârdan değildir. Binası bir tarafa dursun, yalnız bulunduğu mevkii İstanbul’un en müstesna bir noktası olduğu gibi, İstanbul bir mali’ke-i derya-yi letafettir ki yalnız hazin hazin sahillerine yüz sürerek önünden akıp giden deryanın safası mevkiin bütün cihan içinde akransızlığını ispata kifayet eder.

      İstanbul denilen mecmua-i bedayiin hâvi olduğu her türlü nevadiri bir bakışta gösterecek bir nokta ise Çamlıca’dır: Boğaziçi’nde bir büyük orman veya bir küçük körfez yoktur ki; Çamlıca’nın ayağı altında olmasın. Payitahtımızın Beyoğlu gibi, Galata gibi, Babıâli civarları gibi, Sultan Bayezit gibi hangi mamur ciheti görülür ki Çamlıca’nın nazar-i temaşasından kendisini saklayabilsin. İstanbul’da tesisat-i atîka ve ebniye-i meşhureden hiçbiri var mıdır ki Çamlıca tasvirini almak mümkün olmasın.

      Çamlıca o nazargâh-i ibrettir ki bahar içinde insan çeşmesinin yanına çıkar da başını kaldırır etrafına bakınır ise gözünün önünde tabiî, sınaî, fennî nice yüz bin türlü bedayiden mürekkep bir başka âlem görür. Bayağı hadaka-i basar (göz bebeği) o âlem-i bedayiin bir meharet-i fevkalade (son derece ustalık) ile nokta-i vahideye sığıştırılmış haritasına döner. Bir de gözünü aşağı meylettirmek isteyince nur-i nazarı –cihanın her türlü çiçeğini cami şükûfezara düşmüş bal arısı gibi– dakikada bir çiçeğe işleyerek, saniyede bir meyve ile oyalanarak aheste aheste sahil-i deryaya gidinceye kadar tâb ü tuvandan kesilir.

      Çamlıca’ya Firdevs âlânın yere inmiş bir kıt’ası denilse şayestedir. Feyyaz-i kudret (Tanrı) âlemde âb-ı hayat icadını irade etmiş olsaydı, o hasiyeti Çamlıca suyuna verirdi.

      Bundan takriben sekiz sene evvel, orada bir tulu seyretmiştim. Semadan zemine nur yerine ruh yağıyor kıyas ettim.

      Seyir yerleri zevkim değildir. Tatil günleri her türlü, beşaretten berî bir kuru ülvan için “boyanmış cellat kemendi denilmeye layık” bir sıkı boyun bağı takarak ve “süslü tomruk vasfına şayan” bir çift dar potini giyerek sabahtan akşama kadar araba arkasında devr ile fısk ü hırmanı cemetmek ve akşamdan sabaha kadar hunnak eziyeti ve nasır cefasiyle yatakta inlemek gibi şeylerde bir safa göremem. Hele cuma ve pazar günleri Unkapanı’ndan bir piyade tutup da yolda seksen kayığa çatarak doksan girdab-i mehalikten geçerek o nazenin Kâğıthane Deresi’ne duhul ile tozdan dumandan yapma bir insan resmi veya teşbihin daha doğrusu istenilir ise, Hazer hazer ki ecel nâresit medfunem mısraına mâsadak olmağı iltizam etmişçesine mezarını omuzuna almış bir cadı (cadu)24 şekline girmek, sonra da bu hâlin adını eğlence koymak hiç aklımın erdiği şeylerden değildir. Fakat ne yalan söyleyelim, cumanın, pazarın gayri bir açık veya sümbülî havalı günde Boğaziçi seyirlerinin hemen kâffesini ve hususiyle baharda Çamlıca’yı severim.

      İnsan cihan-i medeniyetin lezaiziyle ne kadar ülfet etse gene arada sırada hâl-i evveli olan sahranişinlik meylini bütün bütün hatırdan çıkaramıyor. Şimdi bir grup zamanı bir su başında, bir çemenzar içinde, bir ağaç altında oturup da, tabiatın o ulvi mahzunluğunu temaşa etmek şehirlerin, hanelerin hangi eğlencesine tercih olunmaz?

      Ara sıra beldelerin o ufunetli havasından, uygunsuz manzarasından kaçarak nesimin mesamât-i ezhardan henüz kurtulmuş parçalarıyla teneffüs etmeyi nasıl gönül olur da istemez? Sahranın birbirine benzemez nice yüz bin elvan ve eşkâline dalmayı hangi nazar vardır ki arzu etmez?

      İşte insanın umumuna şâmil olan seyir meyli bittabi –zirde hâlinden bahsedeceğimiz– Ali Bey’de dahi mevcut idi.

      Geldi sabah-i ruz-i civaniye infilak

      Eyyam-i fitne erdi belalar mübarekî 25

      Ali Bey ağniya evladından yirmi bir-yirmi iki yaşında bir delikanlı idi. Anasının, babasının bir tanesi olduğundan

Скачать книгу


<p>21</p>

Namık Kemal Arap harfleriyle “halı”nın aynı şekilde yazılan “hal”in i’li hâliyle karşıklığa meydan vermemesi için aynı manada olan Farsça “kaliçe” kelimesini parantez içinde ilave etmiştir.

<p>22</p>

Namık Kemal, Türkçede “hamile” olarak “gebe” manasına kullanılan kelimeyi, yanlış sayan belagatçilerin hücumuna uğramamak için, doğrusu olan “hamil” kelimesini parantez arasında ilave etmiştir.

<p>23</p> Ey rüya âleminin aklı başında yolcusu,Sen ilkbaharı hiç köşk şekline girmiş bir halde gördün mü?
<p>24</p>

Namık Kemal “cadı” kelimesini Türkçe söylenişe göre yazmış ve bunun Farsça yazılış şekli olan “cadu”yu da parantez arasında ilave etmiştir.

<p>25</p> Gençlik gününün sabahı açıldı,Kargaşalık günleri erişti, belalar mübarekî.