Скачать книгу

Kanunu ilk yazılırken “murahhas aza”, “seçilmiş üye” diye kavramsallaştırılmıştır. Murahhas aza aynı zamanda şirketin yönetim mercisinde, icra merci-sindedir. Yani salt genel müdür değildir. Bu güzel kavramları hayata sokamıyoruz. Ama Frenk tabiri CEO kavramı, bizde pespaye bir şekilde kullanılıyor. Kendi şirketine kendini CEO diye atayanları görüyoruz. Neden? Çünkü CEO daha janjanlı duruyor. Hâlbuki CEO, Batı’da, çok ortaklı şirketlerde, şirketin sahibi değil, şirketin çalışanıdır. Adamın şirket ile mülkiyet ilişkisi yoktur. Genel müdür veya yöneticidir. Yönetim kurulunun verdiği yetkilerle şirketi yönetir.

      80’li, 90’lı yıllarda kartvizitlerde bol bol genel müdür unvanı kullanılırdı. Şimdi CEO yazıyorlar. Unvan başkaları tarafından verilir. Siz kendi kendinize tayin edemezsiniz.

      Bizde akrabalık, yakın arkadaşlık ilişkileri menfi sonuçlara evriliyor. Ortaklıklar yürümüyor. Siz kadın yeğeninizi sekreter olarak istihdam ettiğinizde bununla ilgili ciddi problemlerle karşılaşırsınız. İlk olarak onun birinci dereceden akrabasısınız. Türk insanı sınırları doğru dürüst koruyamaz. Yeğeniniz gider, sizi ailenize şikâyet eder. Veya sizin dedikodunuzu yapar. Şirketinizin durumunu anlatır. Otoritenize itiraz eder. Kişiliğinize halel getirir. Diğer personeli etkisi altına almaya çalışır. Diğer personele karşı, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diliyle konuşur. Sizin ona tayin ettiğiniz alanı genişletir. Gün gelir, size telafisi mümkün olmayan zararlar verir.

      Aynı okula gittiğiniz yakın arkadaşınızı yanınızda çalıştırdığınızı düşünün. Hayata başlarken benzer işler yapmışsınız. Sonra yolunuz, sahibi olduğunuz şirkette kesişti. Yanınızda çalıştırdığınız arkadaşınızın zihninde bazı yargılar dolaşır: “Onun benden neyi fazla ki… Ben neyi eksik yaptım? O neyi fazla yaptı?”

      İmam hatip yıllarımdan bir arkadaşımla bu durumu yaşadım. Yayıncılığa başladığım yıl, dağıtım şirketimizin sorumluluğunu ona verdim. Bir süre sonra şirket personelini, kendi hasedi sebebiyle “Niye burada çalışıyorsunuz? Niye burada hayatınızı harcıyorsunuz?” diyerek etkilemeye çalıştığını duydum. Bu, insanın kıskançlık duygusuyla ilgili bir durumdur.

      Size abi diyenlerle, sizin abi dediklerinizle sorun yaşamazsınız. Asıl sorunu akranlarınızla yaşarsınız. Bu okul arkadaşınız olur, asker arkadaşınız olur, mahalle arkadaşınız olur… Sizi kendisiyle eşit gören, kuşak dediğimiz, akran dediğimiz insan yeri geldiğinde sizin en büyük hasmınıza dönüşür. Abi dediğiniz kuşakla bir sorununuz yoktur. Size abi diyen kuşakla da bir sorun yaşanmaz. Birinden yol öğrenir, birine yol gösterirsiniz. Arkadaşınızla ise mütemadiyen çatışma hâlinde olursunuz. İnsan doğasında kıskançlık ve haset var. Gıpta etmek veya rekabet, Türk insanının doğasına aykırıdır. Birine gıpta edebilirsiniz; tavsiye edilen bir şeydir. Biriyle rekabet de edebilirsiniz. Ama birini kıskanmak, birine çelme takmaya çalışmak, birini bel altı üsluplarla yenmeye çalışmak sizi sıkıntıya sokar.

      Geçmişte Gaziantep’te bir medya grubunun sahibi olan bir arkadaşım yakın zamanda beni aradı. Önceden beraber çalıştığımız için hatırını sayardım. Benden, kendisini İstanbul temsilcisi olarak atamamı istedi. Ben de ona “Sana mutlaka yardım etmem gerekiyorsa altı ay ev kiranı ödeyeyim.” dedim. Bana, “Filhakika senin hiçbir talimatının dışına çıkmayacağım. Hiçbir çerçevenin dışında olmayacağım. Seninle çalışmak istiyorum.” diye ısrar etti. Sözleştik, anlaştık. O arada İstanbul’da birtakım baskı ve dağıtım işleri organize etmiştik. Bizimle çalışırken sektörle ve yazarlarla ilişkilerimizi öğrendi. Bir gün bana bir e-posta atarak istifa ettiğini iletti. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra benim kendisini bir yazar vârisiyle görüşmek üzere görevlendirdiğim isimle e-posta yoluyla temasa geçiyor ve diyor ki: “Ben yeni bir yayınevi kurdum, bu kitapların basım ve yayınına talibim.” Karşı taraf da bir önceki haberleştiği e-postaya yazarak cevap veriyor. O da bizim şirket uzantılı bir e-posta olduğu için, gönderdiği e-posta benim bilgisayarıma düşüyor. Bunun gibi üç beş teşebbüsü oluyor.

      Türkiye’de bilinen 2250 yayınevi var. 2251’inci yayınevinin kurulmasının benim açımdan hiçbir sakıncası yok. Yayınevi kurma iznini Kültür Bakanlığı veriyor. 100 lira verir, yayıncı sertifikası alırsınız. Yayınevi kurmak için illa şirket kurmanıza da gerek yok. Herhangi bir şahıs olarak gidin vergi mükellefi olun, Ticaret Odasına gidin şahıs olarak üye olun; gidip bana yayıncı sertifikası ver demende hiçbir beis yok. Biri gelip bana yayıncılık yapacağım dese bütün tecrübemi aktarırım. Ama şunu da söylerim: Yayıncılık yapma. Dinler veya dinlemez o onun sorunu. Ben üzerime düşeni yaparım, ikazımı da ederim.

      Ülkemizde her yıl 50-60 bin başlık altında kitap yayımlanıyor. Sektörel büyüklük de 4-5 milyar dolar hacmine ulaşmış durumda. Birilerinin buradan istifade etmesi benim çok alakadar olacağım bir şey değildir.

      30 yıllık, 40 yıllık hukukunuzu berhava etmeyi göze alıyorsanız yakınlarınızla, arkadaşlarınızla, yeğenlerinizle ticaret yapabilirsiniz. Bir şirketin her gün dedikodu fırtınası ile yoğrulmasını istiyorsanız, bu dediğim kişileri istihdam edin; ondan sonra bakın şamataya. Eğer siz illa iş bulmakla mükellefseniz insan kaynağı değiş tokuşu yapın. Filan arkadaşınızın şirketinde yeğeninize iş bulun, onun tavsiye edeceği kişiyi de siz yanınızda işe alın. Bu bile mahzurlu bir şey; onun için bunu çok çaresiz kaldığınız zaman yapın. İlla akrabanızı veya arkadaşınızı istihdam etmek zorundaysanız, o kişinin maaşını çalıştırmadan ödeyin. Böylece sadece mali olarak yükümlülük altına girmiş olursunuz.

      Bir şirketi büyütmek çocuk büyütmek gibidir. Çocukların çoğu 5 yaşında ölüyor. Bir şirketi 10 yaşına, 20 yaşına, 40 yaşına, 100 yaşına getirmek dünyanın en zor işlerindendir. 100 yaşında bir şirket için dört kuşak lazım. Şirketinizin ömrünü kısaltacak karar ve davranışlardan imtina etmelisiniz. Nihayetinde bu sizin ekmek tekneniz. O teknenin su almaması, yolunu bulması, limanına varması, istikametini kaybetmemesi gerekir. Sizin ailenize, çocuklarınıza, çalışanlarınıza karşı sorumluluklarınız var.

      Bir şirketi yönetirken bin denge gözetmek gerekir. Hele hele 10, 20 insan istihdam eden şirketler gözbebeği gibi korunmalıdır. Bu öyle kolay bir iş değildir.

      Türkiye’de ticaret yapmak, her gün biraz daha zorlaşmaktadır. Üretim yapmak her gün biraz daha güçleşmektedir. Yok yeğendi, yok kardeşti, yok akrabaydı, yok arkadaştı diyerek işinizi kendi elinizle sabote etmemelisiniz. Çünkü yakınlarınızın çalıştığı bir şirkette, -herkesin söylediğinin tam tersini söylüyorum- siz yeteri kadar emin ve özgür olamazsınız.

      Bu anlattıklarımın tek istisnası çocuklarınızdır. Onları kendi otoriteniz altında yetiştirdiğiniz için, küçük yaştan itibaren şirketinize gelip gittikleri için, erişkin yaşa geldiklerinde şirketlerinizde istihdam etmenizde beis yok. Onların şirketinizde çalışması, sizin motivasyonunuzu da yükseltir. Hele hele çocuklarınız işletme fakültelerinden mezun olmuşsa, iyi kötü işletmenin şematik bilgilerine haiz ise size katacakları çok fazla değer vardır. Çünkü o, sizin şirketinizin devamını sağlayacak temel unsurdur. Çocuklarınız şirketinizin geleceği için gereklidir. Mümkünse çocuklarınızı en erken çağlarda işe başlatın.

      Şu lafı her iş adamından duyabilirsiniz: “Keşke daha çok çocuğum olsaydı!” Çocuk demek, şirketin emniyetli ellere teslim edilmesi demektir. Bazı şirketler belli büyüklüğe eriştiğinde tabii olarak muhtelif şehirlere dağılırlar. Faaliyet gösterdikleri sektörlere göre, İstanbul, Bursa, Gaziantep, Denizli, Adana, Eskişehir gibi yerlerde temsilcilikleri olur. Bu şehirlerin başında kendi çocuklarınızdan birinin bulunması kadar tabii bir şey olabilir mi? İşte bu durumda daha önce anlatılan

Скачать книгу