Скачать книгу

yüzünü uzun uzun kaşıdı, sonra, “Osman Yiğit…” dedi, “hatırın için birkaç yüz sandık alırım, ama sintineye koyarım; başka yerim yok!”

      “Yapma be kaptan, sintinede portakal gider mi? Sabaha varmadan çürür!”

      “Orasına ben karışmam!”

      Süvari bunları söyleyerek kalktı, salondan çıktı, yukarıya, kamarasına gitti.

      Osman Yiğit başını iki yana sallayarak biraz bekledi, sonra o da acele adımlarla dışarı fırladı, kumanda köprüsünün merdivenini ıkına sıkına tırmandı. Yukarı varınca ikinci kaptanı orada dolaşır buldu. Onu bir kenara çekerek meseleyi anlattı, “Hadi kurbanın olayım, şu işi bir düzenine koy… Beni yakmasın…” diye sırtını sıvazladı.

      İkinci kaptan, “Vallahi, ne bileyim!.. Bakalım bir kere…” diye süvarinin kamarasına girdi.

      Ondan sonra belki yarım saat süren bir pazarlık başladı, ikinci kaptan bir içeri, bir dışarı gidip gelerek bu hayırlı işi yoluna koymaya uğraştı, nihayet navlunu altı kuruş olan portakal sandıklarının yetmişer kuruştan gemiye alınması kararlaştı. Osman Yiğit aşağıya inip acente ve vapur kâtibi ile muameleyi tamamladıktan sonra, sandık başına navlun farkı olan altmış dört kuruştan üç bin sandığın tutarı bin dokuz yüz yirmi lirayı ikinciye teslim etti.

      Bu aralık mavna yanaşıp portakal sandıklarını gemiye vermeye başlamıştı. Vinç sabaha kadar işledi. Tayfa İsmail Denizer, yorgunlukla, İstanbullu olan karısından öğrendiği güzel konuşmayı bir yana bırakıp halis Rize şivesiyle etrafına küfürler ediyordu. Kumanda köprüsündeki genç mülazım kaptan, ne yapacağını bilemiyor, denize yuvarlanan iki sandık portakal için aşağıda kıyametler koparan Osman Yiğit’e şaşkın gözle bakıyordu. Sabahın kırağısı üzerlerine yağan güverte yolcuları, ıslak paltolarının yahut yorganlarının altında kımıldıyorlar, öksürüyorlardı. Bir nefer, kaputunu omzuna atmış, yağlı tahtalar üzerine uzanmış yatan bu erkekli, kadınlı, çocuklu kalabalığın üstünden aşarak ayakyoluna varabilmek için uğraşıyor, ak sakallı, sıska bir herif, yorganını sırtına sarmış cıgara içiyordu.

      Ön tarafta bir gidip gelme oldu. Bir kampana çaldı, gemi demir alıyordu. Biraz sonra makineler homurdana homurdana işlemeye, bütün tekneyi o garip sıtma nöbetiyle titretmeye başladılar. Vapurun bir gün evvel pek havaya kalkmış gibi duran burnu, bu sefer iyiden iyiye sulara gömülerek cenupbatıya2 doğru yöneldi. Kısa, kalın bacadan çıkan kara dumanlar, güneşin doğmak üzere olduğu tarafa doğru kıvrım kıvrım uzanıyordu.

***

      O gün öğleden sonra süvari ile ikinci kaptan, ellerinde dürbünleri ile ikide birde ufukları seyretmeye başladılar. Bu hâl ertesi gün, daha ertesi gün de devam etti. Ara sıra çarkçıbaşı da geliyor, o da cenupbatıya, cenuba bakıyordu. Hep birden bir şey arıyor, bir şey bekliyor gibiydiler. İki üç kelimelik cümlelerle konuşuyorlardı:

      “Bir şey var mı?”

      “Görünmüyor!”

      “Gün batısı karanlık, bir imbat çıkacak gibi!”

      “Zannetmem… Bugünlerde lodos beklenir!”

      “Olsun da ne olursa olsun!”

      “Ya adamakıllı kötü bir deniz yaparsa?”

      “Eh, kısmette ne yazılı ise o olur!”

      “Hadi hayırlısı!”

      Üçüncü gün, ikindi vakti cenup tarafı karardı. Çarkçıbaşı yine üst güvertedeydi. Hemen kaptanın yanına koştu, “Hele şükür, lodos geliyor… Allah vere de fazla sert olmasa!” dedi. Bunları söylerken gülümsüyor, yüzünün kalın derisi, kısa kesilmiş kır saçlarının dibine kadar kırışıyordu. Yarım saat kadar sonra, deniz oynamaya, ılık fakat şiddetli bir rüzgâr direklerde ıslık çalmaya başladı. Geminin iskele tarafına vuran dalgalar yükselip güverte yolcularını ıslatıyordu. Ellerinde yastıkları, kilimleri, sepetleri, bavulları ile kuytu bir yer bulmaya uğraşan kalabalık, şuraya buraya koşuyordu. Bütün aralıklar ve ambarlar portakal sandıklarıyla dolduğu için yolcuların üstü örtülü bir yer bulabilmeleri pek zordu. Herkes, rüzgârdan, dalgalardan korunabilmek için aksi tarafa yığılıyor, bu yüzden gemi daha çok sancağa yatıyordu. Ortalık adamakıllı karanlıktı. Bir köşede kusan kadınlar, ağlayan çocuklar vardı. Kamara yolcuları da yemeklerini sofrada bırakmışlar, köşelerine çekilmişlerdi. Ara sıra koridorlarda iki tarafa tutuna tutuna sarhoş gibi yürüyen dağınık saçlı kadınlar görülüyordu.

      Çarkçıbaşı ile ikinci kaptan, birinci mevki salonuna gelmişler, yolculara telaşla tavsiyelerde bulunuyorlar, güya kendi kendilerine söyleniyorlarmış gibi “Vaziyet fena… Ne halt edeceğiz bilmem… Gemi gemi değil ki!.. Yük de fazla… Hep havaleli şeyler…” diyerek âdeta panik havası yaratıyorlardı.

      İkinci kaptan bir aralık “Çarkçı Bey!.. Avarya3 yapmazsak vaziyet tehlikeli galiba!” dedi.

      Çarkçıbaşı: “Vallahi bilmem, kaptan… Ama bizim makine dairesinde bile ayakta durulmuyor… Süvari Bey’le avarya için konuşalım!”

      Yolcuların yanında yapılan bu münakaşadan sonra ikisi beraber yukarıya, süvariye çıktılar. En havaleli mal olan portakalların denize atılmasına karar verildi. İkinci kaptanın nezareti altında iki yüz elli sandık bordadan aşağıya fırlatıldı, sonra gemi kâtibi avarya evrakını usulü dairesinde tanzim etti. Tüccar Osman Yiğit’in sigortadan üç bin sandık portakalın parasını alabilmesi için bu evrakın düzgün olması lazımdı.

      Ertesi gün öğleye doğru hava sertliğini kaybetti, akşamüstü büsbütün sakinledi. Birkaç gün daha gürültüsüz patırtısız bir yolculuktan sonra, gece saat sekiz sularında, vapur İstanbul’a vardı. Sirkeci Rıhtımı’na yanaştı. Boşalan yolcuların telaşlı gidip gelmeleri arasında, tayfalar koşuşuyorlar, ambarları açıyorlardı. Bu aralık ufak tefek, çil yüzlü, incecik burunlu, yakası kürklü paltolu bir adam, dar merdivenden inmeye çalışanları itip arkalarına baktırarak vapura girdi, süvarinin kamarasına çıktı. İkinci kaptanla vapur kâtibi de oradalardı.

      Çil yüzlü adam, “Geçmiş olsun Süvari Bey!” diye söze başladı. “Acenteden öğrendim, Osman Yiğit’in portakalları avarya olmuş. Neyse sağlık olsun… Muamele tamam mı?”

      Kâtip, “Bizimki tamam!” diyerek bir deste kâğıt gösterdi. “Yarın acenteye gider, üst tarafını tamamlarız!”

      Süvari, o kalın ve cızırtılı sesiyle “Halil Eğinli!” dedi. “Nasılsın? Senin malların ziyan olmasına canım sıkıldı doğrusu ama ne yaparsın, başka tüccarın malını atamazdım. En sonra Osman Yiğit’in portakallarını almıştım, en üstte onlar duruyordu. Şimdi sen portakalsız kaldın. Gelecek partiyi beklersin artık!”

      Halil Eğinli, “Gemide başka portakal da var mı?” diye sordu.

      “Birkaç bin sandık da Dörtyol malı var. İskenderun’dan aldık…”

      Öteki, kurnaz kurnaz gülerek: “Canım başka, başka… Onu sormuyorum. Bizim için bir şey var mı diyorum!”

      Kaptan, yine yüzü hiç değişmeden o kesik, kısa kahkahalarından birini attı:

      “Kolay canım, senin vasıtan hazır mı?”

      “Yanaştı bile!”

      Kamaranın kapısını iyice kapattıktan sonra içeride esaslı bir pazarlık daha başladı. Denize atılmış göründüğü hâlde geminin deniz suyundan uzak yerlerinde rahat rahat

Скачать книгу


<p>2</p>

Cenupbatı: Güneybatı. (e.n.)

<p>3</p>

Avarya, bir deniz yolculuğunda geminin veya yükünün gördüğü zarar demektir. Burada ise eşyayı denize atmak manasında kullanılmıştır. (e.n.)