Скачать книгу

O anı yaşadığım zamanın, ne kadar yavaş ve sessiz bir şekilde akıp gittiğini düşünüyorum.

      Ancak birden uzaklarda, çok uzaklarda Riyabçik’in havlama sesini duydum. Bu ses vahşi bir hayvanı arayan karakteristik ince, boğuk ve kızgın, cıyaklamaya kadar varan bir köpek havlamasıydı. İşte aynı anda Yarmola’nın, köpeğin peşinden sert ve bağıran sesini de duymaya başladım: “Hadi, ööldür, ööldür onu.” Kelimenin ilk hecesi uzun tiz ve falsoluydu. İkinci hecesi ise dalgalı bas notasıylaydı. (Bu Palesye avcılığına ait olan çığlık fiilinin “ubivat” fiilinden türemiş olduğunu, ben çok daha sonraları fark etmiştim.)

      Bana öyle geliyordu ki uluma sesinin geldiği tarafa bakıldığında, köpek benim sol tarafımdan koşuşturuyordu. Ben de av hayvanını yakalayabilmek için alelacele bir şekilde tarlanın içinden geçtim. Ancak henüz yirmi adım atmışken kütüğün arkasından kocaman bir gri tavşan fırladı. Sanki hiç acelesi yok gibiydi. Uzun kulaklarını arkaya yaslayarak, kesik ve yüksek sıçrayışlarla yolun karşısına geçip büyümekte olan ormanın içinden kayboldu. Riyabçik ise hemen peşinden fırladı. Beni görünce de kuyruğunu sallamaya başladı. Dişleriyle yerdeki kardan çabucak biraz ısırık aldıktan sonra tekrar başladı tavşanı kovalamaya.

      Yarmola birden sessizce çıktı çalıların gerisinden.

      “Beyim, hayırdır kesemediniz mi yolunu?” diye seslendi diliyle “çı, çı, çı” yaparak.

      “Uzaktaydım çünkü… Yaklaşık iki yüz adım uzaktaydım.”

      “Neyse, sorun değil. Elimizden kaçamaz o! Siz, İrinov yoluna çıkın. Tavşan şimdi oraya gelecektir.”

      Ben İrinov yoluna doğru gitmeye başladım. Gerçekten de iki dakika sonra filan bir de duydum ki köpek yine koşuşturuyor yakınlarımda bir yerde. Kendimi kaptırdığım avcı heyecanıyla ve elimde ateş etmeye hazır tuttuğum tüfekle dalları kıra kıra, sert darbelerine aldırış etmeden gür çalılığın içine doğru koşmaya başladım. O kadar çok koşmuştum ki nefes nefese kalmıştım. Tam bu sırada köpeğin havlama sesleri kesilmişti. Sessizce ilerlemeye devam ettim. Şöyle dümdüz gidersem İrinov yolunda Yarmola’yla mutlaka karşılaşırım sanıyordum. Ancak çok geçmeden anladım ki çalıları ve kütükleri eğe eğe koşarken yolu hiç aklıma getirmemiş ve kaybolmuştum. Yarmola’yı çağırmaya başladım. Ancak cevap vermiyordu.

      Bu sırada gayriihtiyari olarak ileri doğru gittikçe gidiyordum. Ormanlık alan seyrekleşiyor, zemin yumuşuyor ve topak topak olmaya başlıyordu. Ayağımı bastığım izlerim hemencecik kararıyor ve içlerine su doluyordu. Hatta birkaç defa dizlerime kadar batmıştım. Bu nedenle yumuşak bir halıyı andıran yoğun yosunların kapladığı tümseklerin üzerinden atlaya atlaya gitmek zorunda kalıyordum.

      Bir süre sonra çalılık tamamen bitti. Şimdi karşımda kefenin altından başlarını çıkarmakta olan seyrek tümseklerin bulunduğu karla kaplı, büyük ve yuvarlak bir bataklık vardı. Bataklığın tam karşısında, ağaçların arasında ise bir ahşap evin beyaz duvarları göz kırpıyordu. “Herhâlde İrinov Ormanı’nın bekçisinin evidir.” diye düşünmüştüm. “En iyisi şu kulübeye gidip yolu sorayım.”

      Ancak ahşap eve kadar gitmek o kadar da kolay değildi. Çünkü bataklığa her dakika daha çok sıkışıyordum. Çizmelerim su geçirmeye başlamıştı. Her adım atışımda yüksek sesle vıcık vıcık ediyorlardı. Sonunda dayanılmaz bir hâl aldılar. Ben de onları çıkarıp elime aldım.

      Nihayet bu bataklığı geçmeyi başarabilmiştim. Küçük bir tepeye çıkmıştım. Artık ahşap evi daha iyi seçebiliyordum. Bu sıradan bir ahşap ev değildi. Masallarda geçen tavuk ayakları üzerinde duran cadı kulübesiydi. Nitekim kulübenin taban kısmının yerle teması yoktu. Büyük bir ihtimalle ilkbaharda tüm İrinov Ormanı’nı kaplayan taşkınlar ve seller dikkate alınarak kazıklar üzerine inşa edilmişti. Ancak zamanla evin bir tarafı çökmüştü. Bu durum da kulübeye ayağı aksak ve kasvetli bir görüntü veriyordu. Pencerelerinde cam yoktu. Camların yerinde dışarıdan kambur şeklinde şişmiş olan pasaklı paçavralar vardı.

      Sürgüye basıp kapıyı açtım. Ahşap evin içerisi çok karanlıktı. Zaten uzun süre kara baktığım için gözlerimin önünde mor daireler uçuşuyordu. Bu nedenle ahşap evde kimse olup olmadığını uzun süre seçememiştim.

      “Ey ahali! Kimse yok mu evde?” diye sordum yüksek sesle.

      Sobanın yanında bir şeyler kımıldıyordu. Daha da yakına gidince yerde oturmakta olan yaşlı bir kadını gördüm. Yaşlı kadının önünde ise kocaman bir yığın tavuk tüyü vardı. Yaşlı kadın, her bir tüyü tek tek alıyor ve yumuşak tüylü kısmını sıyırıp sepete, sert kıkırdak kısmını ise yere atıyordu.

      “Evet, İrinov Cadısı Manuyliha işte bu.” diye bir şimşek çaktı kafamda biraz daha dikkatlice bakınca yaşlı kadına. Bu cadı; halk destanlarının anlattığı, tarif ettiği, pis cadının karakteristik özelliklerini taşımaktaydı çehresinde. İçe çökmüş sıska yanaklar; aşağı doğru sallanan uzun, sivri, sarkık çene; aşağı doğru asılı duran burun; bir şeyler çiğniyor gibi durmadan hareket eden içine batmış dişsiz bir ağız; ara sıra parlayarak benzeri görülmemiş uğursuz kuşların gözleri gibi bakan oldukça kısa, soğuk, yuvarlak, kırmızı kaşlı mavi şişkin gözler.

      “Selam büyükanne!” dedim mümkün olan en nazik bir ifadeyle. “Manuyliha sensin değil mi?”

      Soruma cevap olarak, yaşlı kadının göğsü hırıldayıp gürledi. Sonra da o dişsiz ıslak ağzından, bazen yaşlı karganın boğulurcasına çıkarmış olduğu gaklama sesine benzeyen bazen de kesilmekte olan güçlü bir çıbana dönüşen tuhaf sesler çıkmaya başladı.

      “İyi niyetli insanlar önceleri bana sanırım Manuyliha diyorlardı… Ancak şimdilerde ördek diye onurlandırıyorlar.” Rutin işini yapmaya ara vermeyerek düşmanca bir tavırla “Bir şey mi istemiştin?” diye sordu.

      “Kayboldum da büyükanneciğim. İçecek süt var mı sende acaba?”

      “Süt müt yok!” dedi yaşlı kadın öfkeyle keserek sözümü. “Sizin gibiler çoktur ormanda gezinen… Herkese süt yetiştiremezsin, herkesi doyuramazsın ki!”

      “Yapma be anneciğim. Hiç de şefkatli karşılamıyorsun misafiri.”

      “Haklısın, anneciğim. Hiç de şefkatli karşılamıyorum sizi. Maalesef sizin için özel turşu yedeklemiyoruz. Yorulduysan eğer, otur şuraya. Seni bu ahşap evden kimse kovmaz merak etme. Biliyor musun bir atasözümüz şöyle der: ‘Oturmaya, düğünümüzde oynamaya gelin bizim höyüğümüze, yemek işini ise birlikte düşünelim.’ İşte böyle anneciğim.”

      Bu deyiş, beni bir defa daha inandırdı ki yaşlı kadın gerçekten de bu dünyanın yabancısı. Çünkü buranın halkı, kuzeyli gevezelerin ukala bir şekilde söyledikleri ifadelerdeki bu keskin ve beliğ anlamları kavrayamazlar. Bu arada yaşlı kadın otomatiğe bağladığı işine devam ederken bir yandan da kendi kendine belli belirsiz, zar zor duyulan bir şeyler geveliyordu. Ben ise birbiriyle ilişki kuramadığım, sadece son söylediği sözleri yakalayabiliyordum. “Manuyliha Teyze dediğin işte böyle… Ne olduğum bile belli değil… Gençlik günlerim gideli çok oldu… Ayaklarını sürte sürte giden, tam bir saksağan gibi vır vır konuşan yaşlı bir karıyım ben artık.”

      Bir süre sessizce dinledikten sonra, aniden karşımdakinin çıldırmış bir kadın olduğunu düşünmeye başladım. Bu da bende derin bir korku hissi uyandırdı.

      Her şeye rağmen etrafa göz atma imkânım oldu. Kulübenin büyük bir bölümünü dökülmekte

Скачать книгу