Скачать книгу

kiremitlerin gitgide artan bir ışık altında nasıl canlanıp hareket eder gibi olduklarını, ağaçlardan ve çatılardan yükselen tül gibi bir buğunun nasıl bu aydınlığın içinde eriyip kaybolduğunu görmek insana cesaret veriyordu.

      Ömer “İlkbahar gibi bir mevsimi olan bu dünya, üzerinde yaşanmaya değer… Ne olursa olsun…” diye mırıldandı.

      Yavaş yavaş sokaklarda hareket başladı. İlk tramvayların o feci gıcırtıları dalga dalga etrafa yayıldı. Birkaç evin bahçesinden takunya ve tulumba sesleri geliyordu. Sokağın biraz ilerisindeki hâlâ kafesli evlerden birinin camı gürültüyle yukarı sürüldü. Bir otomobil, homurdanarak geçti ve tramvay caddesine çıktı…

      Ömer yalnız bu akrabalarının, yalnız onların evinin değil, bu şehrin de yamalı bir şey olduğunu düşündü. Tabiatla teknik, yüz sene öncesiyle bugün burun buruna gidiyordu. Güzelle yapmacık, lüzumlu ile özenti birbirine sürtünerek yaşamaktaydı.

      Bu arada alt kat sofasında ayak tıpırtıları oldu. Herhâlde Fatma kalkmış, kahvaltı sofrası hazırlıyordu. Ömer aynanın önüne giderek boyun bağını ve saçlarını düzeltti. Biraz daha bekledikten sonra muslukta yüzünü ıslatmak ve kana kana bir su içmek istiyordu.

      Yanındaki odada sesler duyuldu. Kapı açıldı. Ömer derhâl yerinden fırladı. Hiçbir şey düşünmeden süratle sofaya çıktı. Macide elinde havlusu ile apteshane aralığındaki musluğa girmişti. Yarı aralık duran kapıdan beyaz geceliği ve dağınık saçları görünüyordu.

      Ömer derhâl “Demek soyunmuş ve yatmış!” dedi. Sanki elbiseyle sabahlamak matem icabı imiş gibi bunu biraz garip buldu.

      Macide yüzünü yıkamış, kurulayarak çıkıyordu. Ömer şaşkınlıkla etrafına bakındı ve kendi kapısının yanındaki iskemlenin arkalığına bırakılmış olan küçük ve pembe havluyu alarak elinde kıvırmaya ve sallamaya başladı.

      Başını kaldıran genç kız evvela tanıyamamış gibi karşısındakini süzdükten sonra gayet lakayt bir tavırla “Siz misiniz? Bonjur!” dedi.

      Ömer kıvırıp iki kat ettiği havlu ile sağ dizini dövüyordu. Küçük bir çocuk gibi heyecanla “Evet, benim… Geç vakit geldim… Siz yatmıştınız… Yani erken çekilmiştiniz, göremedim… Geçmiş olsun… Şey, yani başınız sağ olsun…” dedi.

      Macide’nin gitmek için bir hareket yaptığını görerek acele acele konuşuyor, onu bir müddet daha orada tutmak istiyordu. Genç kızın geceyi uykusuz geçirdiği muhakkaktı. Gözleri şiş ve kırmızı, yüzü sapsarı ve düşkündü. Ömer onun yatıp uyuduğunu düşünmekle biraz evvel haksızlık ettiğini gördü. Bir taraftan da karşısındakini baştan aşağı süzüyordu. Uzun ve beyaz bir gecelik giymiş olan Macide, daha uzun boylu ve ince duruyordu. Kırmızı kadife terliği ile entarisinin eteği arasında kalarak görünen dört parmak genişliğindeki ayağı fildişi gibi beyaz, düz ve hareketsizdi. Omuzlarını örten kıvrımlar arasından fırlayarak iki yanına uzanan kolları da hareketsiz ve beyazdı. Havluyu tutan elinin üst tarafında, bileğinden parmaklarına doğru yelpaze şeklinde dağılan ince ve belli belirsiz mavi damarlar vardı. Kesik kıvırcık saçları kulaklarının arkasına atılmıştı ve ıslak tarafları yer yer parlıyordu.

      Ömer söyleyecek başka bir şey bulamadı. Kızın gecelik kıyafetiyle, fakat hiç sıkılmadan ve gayritabii bir telaş göstermeden karşısında duruşu ve cesaretli gözlerle bakışı onu büsbütün şaşırtıyordu. Macide yapmacık bir heyecanla kızarmaya, şurasını, burasını örterek kaçmaya kalksa Ömer belki “Ne o, küçük hanım…” diye başlayan harcıâlem şakalar yapacak ve yüzsüzleşecekti. Fakat karşısındaki kendisinden daha tabii, yani daha kuvvetliydi.

      Ömer bir yutkundu ve “Evet… Çok üzüldüm. Başınız sağ olsun!” dedi.

      Macide, gene aynı lakayt tavrıyla, fakat hiç nezaketsiz olmayarak “Teşekkür ederim.” dedi ve odasına girdi.

      Ömer de kendi odasına girmek için döndü, fakat o zaman dışarı çıkışının ne kadar gülünç olacağı aklına gelerek musluğa gitti, gözlüğünü bir eline aldı, öteki eliyle yüzünü biraz ıslattı ve avcunda bir tura gibi bükülmüş duran havluyla kuruladı. Ağzı büsbütün kuruduğu hâlde su içmeyi unutmuştu. Odasında bir müddet ayakta kaldı. İçinde her şeyi daha fena yaptığına, genç kızın karşısında gülünç ve zavallı bir hâl aldığına inanan bir taraf vardı.

      “Tuu Allah belasını versin. Ne kadar salaklaştım. Galiba kıza da yiyecek gibi baktım. Belli etmedi ama muhakkak fena hâlde içerlemiştir. Ben kız olsam benim tipimde erkeklerden istikrah ederdim.” diye söylendi.

      Gidip sedire oturamıyor, küçük odada aşağı yukarı dolaşmak istese bununla telaşını ispat edeceğini, belki de bitişik odadan duyulacağını düşünüyor, kararsızca ortada dikilip kalıyordu. “Hayat sahiden yaşanmaya değmeyecek kadar küçüklükler ve bayağılıklarla dolu!..” diye mırıldandı. Sonra “Adam sen de!” diyerek geriye döndü, dışarı çıktı ve merdivenlerden alt kata, sofaya indi.

      Beyaz muşamba örtülü sofra hazırlanmıştı.

      Fatma ıslak ellerini birer birer yanlarına kurulayarak bahçe tarafından geldi. Bir elindeki emaye kapta iri yeşil zeytin taneleri vardı. Bunu masanın üzerine, gömeçli bal tabağının yanına koydu ve “Siz oturun beyim… Bizimkiler kalkarlar!..” dedi.

      Ömer bugün de ev halkını görmeden gideceğini, mamafih onların buna gene darılmayacaklarını düşündü. Yalnız “Eniştem gitti mi?” diye sordu.

      “Hayır… Daha kalkmadı!”

      Demek Galip Efendi de artık işlerin yakasını bırakmıştı. Yağ İskelesi’ndeki dükkâna sabah namazından evvel gitmenin bir faydası olmadığını nihayet o da anlamış ve on altı yaşındaki çırağın namusuna güvenerek sabah uykusu kestirmeyi daha akıl kârı bulmuştu.

      Bir iskemle çekip oturdu. Önündeki beyaz cam fincana Fatma çay dolduruyordu. Yukarıdaki odanın kapısı açıldı. Sofada ayak sesleri oldu. Ömer lakayt olmaya çalışan bir sesle “Semiha galiba!..” dedi.

      “Değildir, değildir… Küçük hanım öğle olmadan kalkmaz… Herhâlde Macide Hanım olacak. Mektep vaktidir. Dün gitmemişti. Kadıköy’de bir ahbapta idiler. Ama bugün nasıl gidecek?..”

      Yukarıda ayak tıpırtıları devam ediyordu. Macide herhâlde ayakkabılarını giymekle meşguldü. Fatma, Ömer’in yanına sokularak kulağına fısıldadı:

      “O mektep çalgılı, türkülü bir yermiş… Böyle günde gidilir mi?..”

      Sonra başını sallayarak ilave etti:

      “Ama burada kapanıp da ne yapsın?.. Belki hava alır da içi açılır… Pek acıyorum kızcağıza…”

      Macide merdivenlerden inmeye başladı. Yeşil kareli ve kiremit renginde spor bir etek ve kahverengi yünden bir kazak giymişti. Başında aynı renkte bir bere vardı. Ömer’in gözleri ona çevrildi. Yüzünü gülümsemeye benzer bir şey buruşturdu.

      Macide de yüzünde tatlı bir tebessümle geliyordu. Loş sofada gözlerinin kırmızılığı ve yüzünün solgunluğu pek belli olmuyor, sadece biraz süzgün duruyordu.

      Ömer onun tebessümünü fevkalade acı buldu. Böyle zamanlarda gülmenin doğru olmadığını düşünerek değil… Macide’nin ne kadar ıstırap içinde olduğunu fark etmemek için kör olmak lazımdı… Fakat bu garip genç kız etrafındakilere kederini bile göstermek istemeyecek kadar kendine güvenen bir mahluktu. Dudaklarındaki oldukça muvaffak tebessüm, ona yaklaşmak isteyenleri itiyor gibiydi. Ömer içinden “Başıma büyük

Скачать книгу