Скачать книгу

tle>

      Keloğlan’ın Evlenmesi

      Evvel zamanlarda biri akıllı, öbürü akılsız olan iki kardeş vardı. Akıllı kardeşin vücudunda hiçbir özür yoktu ama akılsız kardeşin gözleri şaşı, başı da keldi.

      Bu iki kardeşin yaşlı bir anaları vardı. Dünyada vakti sayılı olan bu kadının zayıflıktan bir deri bir kemik kalan mecalsiz vücudunu bit sarmıştı.

      Akıllı kardeş, anasının hâline çok üzülüyor, onu bitlerinden kurtarmak istiyordu. Bir gün Keloğlan’a şöyle dedi:

      “Dinle beni aptal! Bizi doğuran, emziren, bu hâle getiren, yetişkin birer adam yapan kıymetli anamızdır. Onun hakkını hiçbir vakit ödeyemeyiz. Bari zavallıyı bitlerinden kurtaralım.”

      Keloğlan, kel kafasını kaşıyıp, şaşı gözlerini belerterek cevap verdi:

      “Senin işin mi yok be ağa? Anamın üzerindeki bitleri temizlemek için bir hafta çalışmak gerekmez mi? Biliyorsun ki ben sıkıntılı biriyim böyle işlerle uğraşmaya hiç gelemem. Kendi bitlerimden kurtulmaya bile üşeniyorum.”

      Akıllı kardeş, Keloğlan’ı azarladı:

      “Sus be aptal! Sana haftalarca bit ayıklayalım mı dedim? Bu iş topu topu iki saat sürer. Sen ocağı yak, üzerine bir kazan su koy. Ben gelinceye kadar suyu iyice ısıt. Anamızı güzelce yıkayalım. Sonra giysilerini kaynatalım. Eğer bir tane bit kalırsa senin gibi kel olayım!”

      Keloğlan, düşündü taşındı, bu iş aklına yattı.

      “İyi olur ama sen şimdi nereye gidiyorsun?” diye sordu.

      Akıllı kardeş, “Evde ancak bir kazan su ısıtabilecek kadar odun var. Çamaşırları yıkamak için ısıtacağımız diğer kazana lazım gelen odunu bulmak için ormana gideceğim.” dedi ve bir balta ile bir ip alıp ormana gitti. Yalnız kalan Keloğlan, ocağı yaktı; üzerine su ile dolu olan koca bir kazanı oturttu. Su ısındı; kaynamaya başladı. Keloğlan, işi tek başına görerek kardeşinin gözüne girme hevesine kapıldı. Köşede oturan ihtiyar anasını kucaklayıp elbisesi ile birlikte kazanın içine oturttu. Zavallı kadın, kaynar suyun içine girince hemen can verdi; haşlanarak kıpkırmızı kesildi. Keloğlan, haşlanan anasını kazandan çıkardı; götürüp odanın köşesine oturttu.

      “Nasıl?” dedi. “Vücudundaki bitler ölünce sesin çıkmaz oldu. Dünyayı dolaşsan benim gibi evlat bulamazsın.”

      Sonra anasının gözüne gözlük taktı, eline örgüsünü verdi. Karnının aç olduğunu düşünerek sahanda yumurta pişirdi; anasının önüne koydu ve dedi ki:

      “Artık kaşınmaktan kurtuldun. İşte önünde has tereyağı ile pişmiş bir sahan yumurta var; ekmek istediğin kadar… Karnın acıktıkça yemek ye, canın sıkıldıkça örgü ör. Şimdilik bana eyvallah!”

      Tam sokak kapısından dışarı çıkacağı zaman ormandan dönen kardeşi ile karşılaştı. Kan ter içinde kalan akıllı çocuk, sırtındaki yükü yere fırlattıktan sonra:

      “Nereye gidiyorsun Keloğlan?” diye sordu.

      Keloğlan, büyük bir iş yapmış gibi anlatmaya başladı:

      “Sana iş kalmadı. Suyu adamakıllı kaynattım. Anamı kucaklayıp bu kaynar suyun içine oturttum; sırtındaki bitler tamamen ölünceye kadar beklettim. Zavallı kadın şimdi öyle rahat ki… Keyfinden önüne koyduğum yumurtayı bile yemiyor.”

      Akıllı kardeş, vaziyeti bütün acılığı ile kavradı. Ağlamaklı bir sesle:

      “Allah senin gözlerini kör etsin!” diye bağırarak içeri koştu. Zavallı anasını haşlanmış hâlde görmez mi? Hemen dışarı fırlayıp Keloğlan’ın yakasına yapıştı:

      “Yaptığın işi beğendin mi kel kafalı? Anamıza nasıl kıydın? Yüreğin hiç sızlamadı mı?”

      Keloğlan, yaptığı işin farkında değildi. Kardeşini tersleyerek

      “Zaten ezelden beri senin huyundur. Hiçbir işimi beğenmezsin. Çekemezsin beni. Fena mı oldu? Seni zahmetten kurtardım. Öldürdüğümü söylüyorsun ama anamızın köşede keyifli keyifli nasıl oturduğunu görmedin mi? Has tereyağında pişirip önüne koyduğum yumurtayı yemiyorsa suç bende mi?” dedi.

      Akıllı kardeş, bu kel kafalı aptalla başa çıkmanın mümkün olamayacağını düşündü.

      “Ey şaşkın adam!” dedi. “Sen iyilik yapayım derken kötülük yapmışsın, anamızı kaynar suda haşlayarak öldürmüşsün, artık onun dirilmesine imkân yoktur. Bari cenazenin başında bekle. Ben gidip bir mezar kazayım; onu gizlice gömelim lakin gevezelik yapıp kimseye bir şey söyleme! Sonra vay hâlimize!”

      Keloğlan, anasının öldüğüne hâlâ inanamıyordu. Ağasına yine çıkıştı:

      “Fazla uzatma ağa! Yaptığım işi çekemediğin için ne iftirada bulunacağını bilmiyorsun. Eğer benim yıkadığımı beğenmiyorsan bir kere de sen yıkayıver. Elimden gelen budur!”

      Akıllı kardeş, bir şey söylemedi. Kazma ile küreği aldı, köyün oldukça uzak bir yerinde bir mezar kazmak üzere gitti.

      Keloğlan içeri girdi. Yumurta sahanını nasıl bıraktı ise öyle buldu. Buna canı sıkıldı. Anasını hâlâ canlı zannederek:

      “Ana!” dedi. “Yemeğe küsmek olmaz. Şu yumurtayı ye bakalım. Bilirsin ben böyle nazlara gelemem; aksiliğim tutarsa dünyayı ters yüz ederim!”

      Kadında hiçbir hareket görülmeyince büsbütün kızdı. Hayli kötü sözden sonra ölünün omzuna dürttü. Zavallı anası, bir yana devriliverdi. Keloğlan, dudak bükerek “Gerçekten ölmüş… Demek canı bitlerin canına bağlıymış.” diye mırıldandı ve bacağına bir ip bağlayıp anasını sürükleye sürükleye köyden dışarı çıkardı. Giderken ihtiyar bir kadına rast geldi.

      Kadın, “Oğlum!” dedi. “Bu kadıncağızı neden böyle sürüklüyorsun, yazık değil mi?”

      Keloğlan, işine karışanlara çok kızardı. Yerden bir taş alıp bütün gücü ile kocakarının kafasına fırlattı. Kadın hemen ölüp oraya yıkıldı.

      Bizim kel kafa, bir ip de onun bacağına bağladı. İkisini birden sürüklemeye başladı. Derelerden, tepelerden aşarak hayli zaman ilerledikten sonra mezar kazılan yere yaklaştı.

      “Mezar iki kişilik olsun, ağa!” diye bağırdı. Bunu duyan akıllı kardeş, ne cevap vereceğini bilemedi. Mezarı iki kişilik kazmak mecburiyetinde kaldı. Defnetme işi bitince köye döndüler.

      Akıllı kardeş: “Ey akılsız Keloğlan!” dedi. “Vakit geçirmeden mirası paylaşalım. Hakkını al da ne cehenneme gidersen git! Senin yüzünden dertsiz başımı derde sokamam.”

      Keloğlan itiraz etmedi. Derhâl mirası paylaşıp birbirlerinden ayrıldılar. Keloğlan alıp başını gitti.

      Akıllı kardeş, sırlarının meydana çıkacağını düşünerek bir koç kesti. Gece yarısı gidip mezarı açtı. Koçu ölülerin üzerine yerleştirdi. Mezarı kapayıp geri döndü. Ertesi gün sokaklarda dolaşan tellallar:

      “Dün ihtiyar bir kadın kayboldu; gören, bilen varsa Allah için söylesin!” diye bağırıyorlardı. Bizim akılsız Keloğlan, tellallardan birinin yanına gitti.

      “Arkadaş!” dedi. “Böyle ne bağırıp duruyorsunuz! Derdinizi bana söylesenize… Aradığınız kocakarıyı ben öldürdüm; filan yerde gömülüdür.”

      Bu sözleri duyan tellal, akılsız keli yakaladı. Etraftan da bir sürü insan geldi. Yumruklar sıkıldı, küfürler savruldu. Tellal olmasaydı, zavallının pestilini çıkaracaklardı.

      Hep beraber mezarın bulunduğu yere gittiler. Henüz toprağı kurumayan mezarı kazdılar.

      Tellal, “Keloğlan…” dedi. “Öldürdüğün kocakarıyı çıkarmak sana düşer; ben ölüden çekinirim.”

      Ortalık kararmaya başlamıştı. İnsan iki adım ilerisini göremiyordu; Keloğlan, istemeye istemeye elini mezara soktu. “Tellal, bu kadının boynuzları var mıydı?” diye sordu.

      Tellal, “Kadının boynuzu olur mu ahmak?” dedi.

      Keloğlan, elini tekrar mezara sokup çıkardıktan sonra “Tellal! Bu kadın iki ayaklı mıydı yoksa dört ayaklı mıydı?” diye bağırdı.

      Tellal,

Скачать книгу