Скачать книгу

İstanbul’da ne var, ne yok?”

      Bohçacı nine, iki ay içinde iki bin kuruşluk ve yirmi beş florilik ipekli kumaş sattığını, saraylıların ipekli kumaşa çok düşkün olduklarını anlattıktan sonra, “Ah yavrum,” dedi, “eğer döneceğim gün sarayda bir karışıklık olmasaydı, elimde kalan iki top kumaşı da yüksek fiyatla satacaktım…”

      Nuruhayat yastıktan başını kaldırdı.

      “Sarayda karışıklık mı var dedin?”

      “Bostancılar kapıyı sarmışlardı. İçeri kimseyi bırakmadılar. Sarayın bahçesinde keçe külahlı adamlar dolaşıyordu.”

      “Ne varmış acaba? Merak edip de sormadın mı?”

      “Sormaya meydan kalmadı, yavrucuğum! Ben harem kapısından içeri girmek isterken, birkaç kişi bahçedeki binek taşının önüne yeni boğulmuş aksakallı bir ihtiyar adamın cesedini getirdiler. İki genç külahlı, hayretle birbirlerine bakışarak konuştular. Koca Devletli, dün ne idi, bu gün ne oldu… O vakit anladım ki boğulan bu ihtiyar Sadrazam Mehmet Paşa imiş.”

      Nuruhayat, bohçacı kadından bu sözleri duyunca, Al-bıyık Mahmut Ağa’nın karısını yanına çağırdı.

      “Allah aşkına,” dedi, “çok rica ederim Hamza’ya bir haber gönderiniz. Eğer gemiler sahilden uzaklaşmamışlarsa, beş dakika için buraya gelsin. Kendisine Mehmet Paşa’nın öldüğünü söyleyeceğim.”

      Kaçakçı Mahmut’un karısı odanın penceresini açarak, “Denizin üstüne baksana, gemiler uzaktan kuş gibi ufak görünüyor. Hangi babayiğidin sesi oraya kadar ulaşır?” diye mırıldandı.

      Bohçacı kadın hayretle sordu.

      “Kızım, Mehmet Paşa’yı boğdularsa tasası sana düşmedi ya. Yüreğini neden oynatıyorsun? Sütun çekilirse çocuğuna kim meme verir?”

      Nuruhayat, bu haberi aldıktan sonra yatağında yatamadı. Pencereye koştu ve enginlere doğru haykırdı.

      “Hamza! Hamza! Geri dön! Mehmet Paşa’yı öldürmüşler. Artık kendi kayığımızla İstanbul’a dönebiliriz!”

      Deniz, sağır bir canavar gibi susmuştu. Nuruhayat’ın feryadına, gittikçe coşan ve köpüren dalgalardan başka cevap veren olmadı.

      Sular karardı.

      Gemiler ufukta bir gölge gibi görünüyordu.

      Nuruhayat, pencerenin önünde dalgın ve yaslı gözlerinden akan yaşları sildi. Hamza’yı ne kadar çok sevdiğini şimdi anlamıştı.

      Derya’nın ince, kısık sesi Nuruhayat’ı harekete geçirdi. Genç saraylının çocuğu ağlıyordu.

      Derya…

      Bu ismi ona Hamza koymuştu. Nuruhayat’ın ilk doğum ağrısı denizde başladığı için, Hamza bu hatırayı oğlunun ismiyle yaşatmak istemiş, “Nuruhayat, çocuğumuz erkek olursa, ismini Derya koyalım,” demişti.

      Nuruhayat, sebebi anlaşılmaz bir tereddüt ve heyecan içinde titreyerek yavrusunu kucağına aldı.

      Derya, babasına ne kadar da çok benziyordu. Çukur çenesi, elâ gözleri, ince uzun parmaklarıyla Hamza’nın küçük bir modeliydi.

      Derya’nın yalnız kaşları annesine benziyor, gözlerinin şekli ve bakışları annesini hatırlatıyordu.

      Nuruhayat yanındakilere, “Beni yalnız bırakınız da çocuğumla beraber biraz uyuyayım,” dedi.

      Genç saraylı odasında yalnız kalınca kendi kendine konuşmaya başladı.

      “Şimdi vicdanımla başbaşayım. İtiraf ederim ki Hamza’yı bu kadar çok sevdiğimi zannetmiyordum. Bu ayrılık, kalbimi, gözümün önünde bir ayna gibi açtı. Kalbimde bazen ona karşı duyduğum kin ve nefretin sevgiden doğduğunu anladım. Hamza ne esrarengiz bir gençmiş, Yarabbim! Onu birdenbire sevseydim, belki de şimdiye kadar kendisinden nefret edecektim. Soğuyacaktım. Fakat böyle olmadı. Ben Hamza’yı yavaş yavaş sevdim. Onun sevgisi önce beynimi sardı. Sonra, günler ve aylar geçtikçe, bu sevgi bir kurt gibi, beynimden kalbime inecek yolu buldu ve son günlerde kalbimde yerleşti. Mehmet Paşa’nın sarayında genç erkeklerle düşüp kalkmaktan zevk almıyordum. Günler haftalara döndüğü zaman Hamza’yı görmek, onun kalpten kopan yalansız ve tatlı sözlerini dinlemek benim için en aziz görev olmuştu. Onun yavaş yavaş sevilen gizli bir cazibesi vardı. Ben, günler geçtikçe, bu cazibeye tutulduğumun farkına varıyordum. Hamza bir gün bana sormuştu: Nuruhayat! Bir çocuğumuz olursa, onu şefkatli bir anne gibi severek büyütecek misin? Hamza’nın bunu niçin sorduğunu biliyordum. O beni sarayda, yalnız Mehmet Paşa’nın gözdesi diye değil, kötü ahlaklı ve sırnaşık birkaç delikanlının sevgilisi olarak tanımıştı. Hamza’nın hakkı da vardı. Sadrazamın sarayında, özellikle de onun beni tanıdığı ilk günlerde, gönül eğlendirmek için neler yapmamıştım. O, beni bu çapkınlarla kol kola, hatta bir gece de Padişahın bülbül bahçesinde âşıklarımdan biriyle göğüs göğse gördüğünü söylemişti. Onun bu asil uyarı ve tavsiyelerine karşı inkârdan başka kuvvetli bir silahım olmadığı için, suçlamalarını şiddetle reddediyordum. Nihayet, bir gece Altıntop Kameriyesi altında âşığımla başbaşa otururken, Hamza’yı birdenbire karşımda gördüm. O dakikada yer yarılsaydı utancımdan yere geçmeye razı olurdum. Sarsıldım… Sendeledim. Âşığım kolumdan tuttu. Beni, donmuş bir et yığınıymışım gibi sürükleyerek kaçırdı. Ah, Yarabbi! O ne müthiş, ne uğursuz geceydi! Hamza’yı orada yalnız bıraktım. Âşığımın koluna dayanarak yürüdüm. Şimdi bu feci sahneyi gözümün önüne getiriyorum. Tüylerim ürperiyor. Kendimden tiksiniyorum. O gece, onu Altıntop Kameriyesi’nin içinde yalnız bırakıp da, beni hiç sevmediğini çok iyi anladığım âşığımın koynunda nasıl sabaha kadar yattığımı düşünüyorum! İnsan günün birinde vicdanıyla karşılaştığı zaman ne büyük bir azap ve acı hissediyor, Allahım! Hamza benim için her fedakârlığı göze aldı. Beni Sadrazamın zulüm ve esaretinden kurtarmak için ufacık bir yelkenli ile vatanından uzaklaştı. Fakat acaba ben, onun bu fedakârlığına rağmen, Hamza’yı mutlu edebilecek miyim? Kulağımda bir ses çınlıyor. Nuruhayat! Kocana sadakat gösterdiğin müddetçe mutlu olacaksın! Kocanın senden istediği şeyi ona ver ki sen de aynı şeyi ondan isteyebilesin! İşte ben bu sesten korkuyorum. Çünkü bu ses vicdanımın sesidir. Yarın, yolumu şaşırıp bu çamurun içine düşersem, yine bu ses kulağımda, Alçak kadın! Ben sana, bir gün bu bataklığa düşüp kirleneceğini söylemedim mi, diye bağırırsa, o zaman yüzümü çamurla örtmekten başka ne yapabilirim?”

      Odanın içinde ince, kısık bir ses işitildi.

      “Üvveee… Üvveee…”

      Derya uyanmıştı. Nuruhayat gözlerini ovuşturarak, “Demin kendi kendime konuşurken uyuyuvermişim,” dedi, “Ne çabuk sabah olmuş!”

      Mehmet Paşa’nın Ölümünden Sonra

      Kösem Sultan, Telli Haseki’nin son başarısı üzerine sarayda bir süre hiçbir şeye karışmamaya karar vermişti.

      Cinci Hoca ise cinleriyle Telli Haseki’yi de korkutmayı başardığı günden beri, “Artık benim için tehlike kalmadı. Varsın Haseki ile arası açık olanlar başlarının çaresine baksın,” diyerek tekrar burnunu kaldırmış ve eskisi gibi memleket halkını kasıp kavurmaya başlamıştı.

      Kösem Sultan, esasen batıl inançlara çok kıymet veren ve özellikle Hocanın büyülerine herkesten fazla inanan bir kadındı.

      Hoca tespih çekmeye başladığı zaman, Valide Sultan da koynundan necef tespihini çıkarır ve büyük bir

Скачать книгу