Скачать книгу

aldı. Kendisini evlatlarının ölü bedenlerine yasladı, her birini tek tek öptü. Kollarını göğe kaldırarak bağırdı: “Gör benim ıstırabımı seni zalim Latona; yedi evladımın ölümü başımı yere eğdirdi. Zafer senin, ey benim muzaffer düşmanım!”

      Niobe’nin yedi kızı, yas kıyafetleri üzerlerinde, salınmış saçlarıyla ağabeylerinin yanlarında duruyorlardı. Onları gören Niobe’nin beyaz yüzüne bir umut ışığı geldi. “Ey muzaffer, bunca kaybıma rağmen yine de senin mutluluğundan daha fazlasına sahibim.”

      Kadın zar zor konuşmaya devam ederken birden gerilen bir yayın sesi duyuldu. Olayı seyreden herkes korkudan kalakaldı, ancak kötü talihi Niobe’yi öyle güçlendirmişti ki hiç korkmadı.

      Derken kızlardan biri elini göğsüne götürdü, etine saplanmış oku çekip çıkardı ve bilinçsiz bir şekilde yere yığıldı. Kızlardan bir diğeri annesini teselli etmek için hızlıca yanına giderken, vücudunda açılan gizli bir yara yüzünden birden yere düştü. Bir tek kız kalana kadar hepsi teker teker yere düştü. Kız, Niobe’nin kucağına koştu ve tıpkı bir çocuk gibi başını annesinin kıyafetleri arasına gömdü.

      Niobe, “Bu evladımı bırak bana,” diye bağırdı. “En küçüğü o!”

      Fakat daha yakarışı bitmeden kızının cansız bedeni kucağından kayıp düştü ve Niobe kızlarının ve oğullarının ölü bedenleri arasında tek başına kaldı. Kederden dili tutulmuştu. Saçları bile kımıldamıyordu. Yüzü bembeyaz kesilmişti. Dertli çehresindeki gözleri hareket etmiyordu. Vücudunun hiçbir yerinde en küçük bir yaşam belirtisi yoktu. Damarları kan taşımayı durdurdu, boynu kaskatı kesildi, kolları ve ayakları sertleşti; tüm vücudu soğuk, cansız bir taşa dönüştü. Taş olmuş gözlerinden akmaya devam eden yaşlar hariç, hiçbir yaşam belirtisi kalmamıştı.

      Sonra çok kuvvetli bir rüzgâr taşa dönüşen sureti aldı, denizleri aşarak onu Sipylus’un falezleri altındaki, çıplak dağların içine kurulmuş Lidya’ya getirdi. Burası, Niobe’nin memleketiydi. Burada, dağın tepesinde, Niobe mermerden yapılmış bir heykel gibi hareketsiz kalacaktı artık. Ve o gün bugündür, bir annenin kederli çehresinden süzülen yaşları orada görebilirsiniz.

      Gorgon Başı

      Perseus, bir kralın kızı olan Danae’nin oğluydu. Henüz daha küçük bir çocukken, kötü kalpli bazı insanlar onu ve annesini bir sandığa kapatarak, denize bıraktılar. Rüzgâr estikçe sandık kıyıdan uzaklaşıp sürükleniyordu. Sonrasında güçlü dalgalar sandığı bir ona yana bir bu yana sallamaya başladı. Heybetli büyük dalgalar köpürerek üstlerine geliyordu, Danae de hemen oğlunu bağrına bastırdı. Gece olduğunda sandık biraz duruldu; ne battı ne de alabora oldu. Bir adanın yakınlarında süzülüyordu ki balıkçının birinin ağına takıldı. Hemen dışarı çıktılar ve kumda iyice kurudular. Bu adanın ismi Seriphus’tu ve balıkçının kardeşi olan Kral Polydectes tarafından yönetilmekteydi.

      Bunu söylemekten pek memnunum ki, bu balıkçı son derece insancıl ve doğru düzgün bir adamdı. Danae ve oğluna çok kibar davrandı; Perseus büyüyüp de çok yakışıklı, çok güçlü ve eli silah kullanmaya pek yatkın bir delikanlı oluncaya dek onlarla arkadaşlık yapmaya devam etti. Kral, bu zamandan çok daha öncesinde, yüzen bir sandıkta topraklarına gelen bu yabancıları, yani Danae ve oğlunu, görmüştü. Erkek kardeşi balıkçı gibi kibar ve iyi kalpli olmayan bu adam kötülük dolu birisiydi. Bu sebeple çareyi, Perseus’u çok tehlikeli ve hatta ölümüne bile sebep olabilecek bir göreve göndermede buldu, böylece Danae’ye istediği kötülüğü yapabilecekti. Böylece kötü kalpli kral, genç bir adama verebileceği en tehlikeli görevin ne olabileceğine dair düşünmeye başladı. Nihayet aklına Perseus’u göndermek için çok tehlikeli bir fikir geldi.

      Genç adam saraya geldi ve kralı tahtında otururken buldu.

      “Perseus,” dedi kral kurnazca gülümseyerek. “Artık büyüyüp kocaman adam oldun. Annene ve sana çok büyük iyiliklerim dokundu, elbette erkek kardeşimin de. Umarım, bize olan borcunun bir kısmını ödemek seni üzmez.”

      “Lütfen, majesteleri,” dedi Perseus. “Bunun için hayatımı seve seve riske atarım.”

      “Peki öyleyse,” diye devam etti kral, dudaklarında aynı şeytani gülümsemeyle. “Sana teklif etmek istediğim bir macera var. Oldukça cesur ve girişken bir delikanlı olduğun için, şüphesiz bu maceranın kendini göstermek adına çok büyük bir fırsat olduğunu sen de göreceksin. Benim iyi Perseus’um, bilmelisin ki güzel Prenses Hippodamia’yla evlenmeyi düşünüyorum. Böylesi olaylarda geleneksel olarak geline oldukça abartılı, seçkin ve merak uyandırıcı hediyeler sunmak gerekir. Açıkça söylemeliyim ki, prensesin zarif zevkine göre bir hediyeyi nereden bulabileceğim konusunda kafam biraz karışık. Kendimi övmek gibi olmasın ama bu sabah bu hediyenin ne olacağına dair bir karar verdim.”

      Perseus oldukça hevesli bir şekilde “Ve benim Majestelerine bu konuda yardımcı olmamı istiyorsunuz,” dedi.

      Kral Polydectes olabilecek en cana yakın tavrıyla, “Eğer inandığım kadar cesursan, yardımcı olabilirsin,” diye yanıtladı. “Güzeller güzeli Hippodamia’ma sunmak için aklıma koyduğum hediye yılan saçları olan Gorgon Medusa’nın başı ve sevgili Perseus, onu getirmen için sana bel bağladım. Prensesle bir yuva kurma konusunda çok endişeliyim; sen Gorgon’u aramak için ne kadar erken yola çıkarsan, o kadar iyi olur.”

      “Yarın sabah yola koyulacağım,” diye yanıtladı kralı Perseus.

      “Yalvarırım sana öyle olsun, benim yürekli delikanlım,” dedi kral neşelenerek. “Ve Perseus, Gorgon’un başını keserken, darbelerine çok dikkat et, görünüşüne bir zarar verme. Onu eve, Prenses Hippodamia’nın zarif zevkine sunulabilecek en iyi şekilde getirmelisin.”

      Perseus saraydan ayrılırken, Polydectes’in patlattığı kahkahayı duymamıştı. Çok eğlenen kötü kral genç adamı kapana kıstırmanın yolunu bulmuştu. Perseus’un yılan saçlı Medusa’nın kafasını kesme görevini üstlendiği haberi çabucak yayıldı. Herkes çok neşelenmişti, bu adada yaşayan insanlar da tıpkı kralları gibi çok kötüydüler, Danae ve oğlunun başına gelecek her türlü kötülük onlar için her şeyden daha güzeldi. Bu talihsiz Seriphus adasındaki tek iyi kalpli adam balıkçıydı. Perseus yoldan geçerken onun arkasından işaret ediyorlar, birbirlerine göz kırpıp bağırarak onunla alay ediyorlardı.

      “Haha, Medusa’nın yılanları adamakıllı sokacak onu,” diyorlardı.

      O zamanlarda üç tane Gorgon hayattaydı ve bu yaratıklar dünya kurulduktan bu yana, hatta sonrasında ve hatta tüm zamanlar boyunca görüp görülebilecek en korkunç ve en garip canavarlardı. Bunların ne çeşit yaratıklar ya da ifritler olduğunu bilemiyorum. Üç kız kardeştiler ve oldukça uzaktan da olsa kadınlara benzeyen bir şekilde dünyaya gelmişlerdi. Fakat gerçekte, oldukça korkunç ve zararlı ejderhaların soyundan geliyorlardı. Aslına bakarsanız, bu üç kız kardeşin ne kadar gudubet yaratıklar olduklarını hayal etmek oldukça güç. İnsanların dediklerine bakarsanız eğer, saç örgüleri yerine, her birinin kafasından yüz devasa yılan fışkırıyordu ve bu yılanların her biri canlı, yerinde durmayan, kıvrım kıvrım halde hareket edip en sonunda da zehirli ve çatallı dilleriyle ısırıyorlardı. Dişleri oldukça uzun ve sivriydi, elleri pirinçten yapılmıştı ve gövdeleri demirden değilse bile, onun kadar sert ve delinmez pullarla kaplıydı. Kanatları da vardı ve olağanüstüydüler. Sizi temin ederim ki Gorgonlar gün ışığında uçmaya başladıkları zaman, hiç şüphe yok, baş döndürücü gözüküyorlardı çünkü kanatlarındaki her bir tüy kusursuz, göz alıcı, parıldayan altından yapılmıştı.

      Fakat

Скачать книгу