Скачать книгу

neyse, o dediğin yer nerede?”

      “Meksika Körfezi’nin ortasında. Bugün orası eski bir harabe; ama bir zamanlar Atlantislilere ait çok zengin bir koloniydi.”

      “Onları hiç duymadım. Ah evet, aslında duydum. Herodot’un yazılarında söz ettiği insanlar, öyle değil mi? Ama ben onların efsanevi bir halk olduğunu sanıyordum.”

      “Onlar tamamen gerçekti. Burada, Kanarya Adaları’nın tam kuzeyinde bulunan yaşadıkları kıta Atlantis de öyle.”

      “Sayfanın kenarındaki kanatlı timsah gibi çizilmiş olan şu şey nedir?”

      “O eski zamanlarda yaşamış bir tür canavar. Sayfalar bunlarla dolu. Bu bir mağara kaplanı. Şu da devasa bir tür yarasa. Şükürler olsun ki bunu yazan adam her kimse bunları tam anlamıyla resmetme duygusuna sahipmiş, aksi halde biz bu hikâyeyi asla yeniden yazamazdık ya da ne olursa olsun yarısını bile anlayamazdık. Bu yazıların yazılmasından bu yana bütün bu türler yok oldu, tıpkı tüm bir kıtanın yok olması ve üç medeniyetin silinip gitmesi gibi. İşin en kötü tarafı, bunun iyi eğitimli biri olmasına rağmen her nasılsa doğal haliyle çok kötü bir el yazısına sahip bir adam tarafından yazılmış olması. Gece boyu çabalayıp durdum, ama sadece bir oradan bir buradan birkaç cümle kurmayı başarabildim.” Ellerini takdirle ovuşturdu. “Bunu düzgün bir şekilde tercüme etmek benim için bir yıllık zorlu bir çalışma olacak.”

      “Herkesin seçimi kendine. Korkarım ki benim bu şeye olan ilgim bu kadar uzun sürmez. Ama bu oraya nasıl geldi? Senin eski Mısırlı, Büyük Kanarya adasına ciğerleri hava alsın diye gelip yukarıdaki o mağarada çok sıkıldığı için mi bunu yazdı?”

      “Orada bir hata yaptım. Bunu yazan kişi bir Mısırlı değildi. Beni yanıltan şey, yazı karakterinin benzerliği oldu. Kitap, görünüşe göre bir rahip veya general -ya da belki her ikisi birden- olması muhtemel ve Atlantisli Deukalion diye biri tarafından yazılmış. Oraya nasıl gelmiş, bunu henüz bilmiyorum. Muhtemelen bu, adı lazım değil barbarın birinin onları istiflendikleri yerden çıkarırken çakısıyla mahvetmiş olduğu son birkaç sayfada anlatılmıştır.”

      “Pekâlâ, sen beni böyle kötüle. Deukalion mu demiştin? Yunan mitolojisinde bir Deukalion vardı. O, Tufan’dan kurtulan iki kişiden biriydi; aslında onların Nuh’uydu.”

      “Atlantis kıtasının sulara gömülmesi, Tufan’la çok uygun düşüyor olabilir.”

      “Peki, Pyrrha var mı? Deukalion’un karısı.”

      “Henüz onun adına rastlamadım. Ama aynı kişi olabilecek bir Phorenice var. Şu an çıkarabildiğim kadarıyla hükümdar olan İmparatoriçe gibi görünüyor.”

      Sayfanın kenarındaki çizimlere ilgiyle baktım. Perspektifleri çok yanlış olsa da ne oldukları kolayca anlaşılıyordu. “O günlerde ülkeyi acayip yaratıklar sarmış gibi görünüyor. Gördüğüm kadarıyla da muazzam büyüklükteler. Vay canına, buradaki, bir mamutu yere sermeye çalışan bir mağara kaplanı olmalı. O günlerde yaşamış olmayı hiç istemezdim doğrusu.”

      “Muhtemelen o yaratıklarla savaşmanın bir yolunu bulmuşlardır. Ben çeviriye devam ettikçe bu da ortaya çıkacaktır.” Saatine baktı. “Sanırım kendimden utanmam gerek; ama daha yatağa girmedim. Sen dışarı mı çıkıyorsun?”

      “Arabayla Las Palmas’a geri döneceğim. Bu öğleden sonra golf oynamak için birine söz verdim.”

      “Pekâlâ, akşam yemeğinde görüşürüz. Umarım benim frak gömleklerim yıkamadan geri gelmiştir. Ah, Tanrım! Çok uykum var.”

      Onu yatağa girerken bırakıp dışarı çıktım ve beni götürmesi için bir araba istedim, sonrasında onunla hatırı sayılır bir süre boyunca ayrı kaldığımızı söyleyebilirim. Las Palmas’taki otelde, iş için derhal eve dönmemi bildiren bir telgraf beni bekliyordu ve limanda Liverpool’a gitmek için kalkmak üzereyken son anda yetişmeyi başardığım bir gemi vardı. Onu kaçırmam an meselesiydi ve benim bu acelem nedeniyle kayıkçılar küçük bir servet kazanmışlardı.

      Artık Coppinger benim için sadece otelde tanıştığım biriydi ve İngiltere’ye döndüğümde işim başımdan aşkın olduğundan, o zamanlar onun hakkında çok fazla düşünmedim, sanırım. İnsan, yurt dışındayken böyle tesadüfen tanıştığı kişileri fazla hatırlamaz. En az bir yıl sonra, gazetelerden birinde gördüğüm bir yazıda onun bulduğumuz sayfa tomarını British Museum’a verdiğini ve sayfaların tahmini değerinin en düşük on bin pound olduğunu okudum.

      Yani, bu biraz vahiy gibi bir şeydi ve o zamanlar Coppinger’ın keşif hakkı dolayısıyla onların bana ait olduğunu defalarca üstüne basarak söylemiş olmasına dayanarak, ona benim malımla her nedense haddinden fazla serbest hareket ediyor gibi göründüğünü belirten, iğneleyici bir not gönderdim. Buna cevaben hemen, “Doktor Coppinger teessüf ediyor,” falan diye başlayan, fazlasıyla resmi bir mektup ve onunla birlikte talk üzerine balmumu elyazmalarının İngilizce çevirisi geldi. Benim hak talebimi “tümüyle kabul ediyor” ve “yayından gelecek kârın herhangi bir zarar için yeterli bir geri ödeme olacağına inandığını” ifade ediyordu.

      Bana böyle tatsız bir şekilde tepki göstereceğini hiç beklemiyordum ve bu nedenle ona sıcak bir cevap yazdım; ama buna gelen tek cevap, bundan sonra Dr. Coppinger’la yapılacak tüm iletişimin onlar aracılığıyla yapılması gerektiğini belirten bir avukat firmasından geldi.

      Şimdi burada, onun konuyu bu çizgiye taşımasından çok esef duyduğumu kamuoyuna söylemek istiyorum. Ne var ki mesele buralara kadar geldiğinden onun bana yaptığı öneriyi takip etmeye karar verdim. Buna göre, burada eski tarih, sayfalara dökülmüştür, çevirinin getirdiği itibar (ve sorumluluk) Dr. Coppinger’a aittir ve okuyuculardan elde edilecek gelir ne kadar olursa olsun, orijinal talk üzerine balmumu sayfalarını bulan kişiye, yani bana gidecektir.

      Eğer bu anlaşmada başka bir değişiklik olursa daha sonraki bir tarihte kamuoyuna açıklanacaktır. Ancak şu anda bu pek olası görünmüyor. Bu arada bakalım metni nasıl çevirmiş.

      Birinci Bölüm

      AZLEDILIŞIM

      Genel resmi kabul töreni bitmişti. Karar okunmuş, İmparatoriçe Phorenice’in adı yüceltilerek, asırlardan beri büyük şatafat ve ihtişamla yapılan uzun ve sıkıcı bir törenle yeni Genel Vali’nin ataması yapılmıştı. Ben, resmi olarak yönetimimin dizginlerini ona teslim etmiştim ve Tatho da resmi olarak yılanlı tahta oturmuş, en yüksek makamı sembolize eden mücevherli zinciri boynuna takmıştı. Daha sonra davullar ve trompetler gürültüyle çalarak bunu herkese ilan ederken Tatho, Yucatan Eyaleti Valisi olarak devletteki bu ilk yükselişi için altın yaldızlı meclis salonunda ayağa kalktı.

      Kollarımı kavuşturmuş ve başımı eğmiş bir halde; sıraya dizilmiş göz alıcı askerlerin, şatafatlı saray mensuplarının, yüksek amirlerin ve devlet büyüklerinin bulunduğu kalabalığın arasından onu takip ettim. Tavan kirişleri, vazife icabı olarak haykırılan, “Çok Yaşa Tatho!” ve “Yücelt İmparatoriçeyi!” bağırışlarıyla titrerken yeni vali, başını gösterişli bir biçimde eğerek bu coşkulu tezahürata karşılık verdi. Sırasıyla, daha alt seviyedeki üç valinin -Doğu, Kuzey ve Güney bölgesi valilerinin- daha az öneme sahip olan üç tahtına gitti ve ritüele uygun olarak onların her birinden sadakat yemini aldı ve ben, görevinden azledilmiş olan adam, kurallara uygun bir alçakgönüllülük içinde biat ederek onun peşi sıra yürüdüm.

      Bu çok zor bir iş olsa da yüksek makamlarda görev yapan bizler, halkın önünde duygularını belli etmeyen, ifadesiz bir yüz taşımayı öğreniyorduk. Bir zamanlar, yirmi yıl önce, bu saygılı baş eğmeler bana yapılmıştı. Şimdiyse Tanrılar,

Скачать книгу