Скачать книгу

target="_blank" rel="nofollow" href="#imgc4ae94e81286441fb3fa3b2184166dc5.jpg"/>

      YAZARIN ÖNSÖZÜ

      İstanbul’a yaptığım çeşitli ziyaretler sırasında kahvehanelerde anlatılan hikâyelerle ilgilenmeye başladım. Bu kahvehaneler genelde odadan birazcık büyük, duvarlarında cam paneller olan yerlerdir. Mobilya olaraksa cezve asacak tertibatı olan küçük bir sacayak ve kahve pişirmek için ateş bulunur. Üzerinde halı olan bir kerevet tüm duvar boyunca uzanr. Bunun üzerinde, sarıklı Türkler bacaklarını altlarına alarak oturur; nargile veya sigara tüttürür, kahvelerini yudumlarlar. Birkaçı tavla oynar ama geneli sohbetlere katılır. Önceleri bir iki kelime olarak başlayan konuşmalar sonraları genel sohbete döner. Sonunda o civarın bilge bir kişisi gelir ve herkes ona dönüp konuyu bağlamasını bekler. Bu da genellikle adamın bakış açısını tarif eden bir hikâye anlatmasıyla yapılır. Bu durumlarda anlatılan hikeyeler genellikle Arap veya Acem kökenlidir, ama Türk zihni onlara yeni bir biçim ve felsefe kazandırır. Bunlar âdetlerin, geleneklerin ve insanların düşünme yöntemlerinin niteliklerini belirtmesi açısından korunmaya değer hikâyelerdir.

      Kitaptaki hikeyelereden iki tanesi Ermeniceden alınmış ve İstanbullu Doktor K. Ohannesyan’dan aktarılmıştır. Merhametli Kağan hikâyesi için de Bay George Kennan’a teşekkür borçluyum. Hikâyeler hiçbir kitaptan veya yazılı kaynaktan çevrilmemiş ve mümkün olduğunca anlatıldıkları gibi korunmalarına dikkat edilmiştir. Hikâyelerin çoğu uzun zaman süreyle İstanbul’da yaşamış ve Türkleri tanımak için bol zamana sahip olmuş Bay Allan Ramsay’den aktarılmıştır. Yine de anlatım tarzı ve kurgularda olan yanlışlardan hiçbir şekilde kendisi sorumlu değildir, her türlü günah ve vebal benim üzerime atılmalıdır.

CYRUS ADLER Cosmos Kulübü, Washington, 1 Şubat 1898

      YAYIMCININ ÖNSÖZÜ1

      İsminden hareketle, kahvehane ‘kahve evi’ anlamına gelmektedir, ancak ilk ortaya çıktığı tarihten itibaren sosyal ilişkileri şekillendiren ve toplumun geçirdiği toplumsal dönüşümleri yansıtan bir kamusal mekân olagelmiştir. Kahvehane tipi mekânların ilk örnekleri XVI. yüzyılın başlarında Mekke, Kahire ve Şam’da ortaya çıkmış, yüzyılın ortalarında ise İstanbul’a gelmiştir. Ancak kahvenin daha geniş bir tabanda rağbet görmesi ve kahvehanenin evrensel bir toplumsal kurum olarak yaygınlaşması İstanbul’a gelmesiyle gerçekleşmiştir. Tarihçi Peçevî’ye göre, ilk kahvehaneleri Halepli Hakem adında bir tüccar ile Şamlı Şems adında bir efendi, İstanbul Tahtakale’de 1554 tarihinde açtılar. Kahve satılan/tüketilen bir yer olarak kurulan kahvehane kısa zaman içerisinde bir tüketim mekânından ziyade gündelik hayatın tecrübe edildiği bir mekân haline geldi.

      Kısa zaman içerisinde kahvehane sayısı hızla arzı, kahve içmek ve yarenlik etmek amacıyla buralarda toplanan muhtelif zümrelerden ve değişik kültür seviyelerinden insanlar, çok hızlı gelişen bir kültürel birikim ortamı, sosyalleşme mekânı, siyasî iktidar karşısında seslerini duyurabildikleri bir kamusallık meydana getirdiler. Ancak Osmanlı geleneksel toplum kültürünü şekillendiren saray, medrese ve cami dışında, “sivil” bir anlayışla ortaya çıkan kahvehane, XVI. ve XVII. yüzyılların İstanbul’unda, pek sık rastlanmayan bir tepkiyle karşılaştı. ‘Miskinlerin buluşma mekânı ve fitne yuvası’ olarak görülen kahvehane, başta iktidar olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin tepkisini çekti. 1567 yılında başta Suriçi İstanbul olmak üzere İstanbul’daki bütün kahvehaneler kapatıldı. Haza IV. Murat, bu gerekçelerle kahvehaneleri topyekûn kapatmaya yönelik şiddetli ve kapsamlı girişimlerde bulundu. Sadece Eyüp ve çevresinde 120 kahvehane kapatıldı. XVI. yüzyılın ikinci yarısında ve XVII. yüzyılın ilk yarısında ‘tehlikeli yerler’ olarak görülen kahvehaneler ‘külliyen’ kapatılırken XVII. yüzyılın ortalarından itibaren otorite, ‘tehlikeyi’ önlemek için toptan kapatmak ve yıkmak yerine, yekdiğerlerine ‘ibret olsun’ babında tek tek bazı kahvehaneleri kapatarak bir tür yıldırma siyaseti takip ezi.

      Ancak kahvehanelerin sayısı günden güne artmaya devam ezi. Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlığının son dönemlerinde İstanbul’da elli tane kahvehane bulunduğu belirtilirken, bu sayı, XVI. yüzyılın sonunda altı yüze ulaştı. XIX. yüzyılın başlarında ise 2.500’lere kadar çıktı. Hem sayı hem de itibar olarak önemi artan kahvehaneler zaman içerisinde mevcut kültürel ve toplumsal hayata dâhil olmayı başardı. Kültürün üretildiği ve tüketildiği bir mekân haline geldi. Birçok değişikliklere uğrayarak hayatiyetini devam ettirdi. Her ne kadar sadece erkek sosyalliğini barındırsa da Osmanlı şehrindeki kamusal yaşamın önemli bir kısmını oluşturdu. İlk başlarda marjinal bir yenilik olarak görülen kahvehane, çok geçmeden normalleşti ve toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayan merkezî bir konuma geldi.

      İlk kahvehanelerin açıldığı yer Tahtakale’dir. Zirveyi yakalamış imparatorluğun kalbi Dersaadet’te, ticaret hayatının merkezinde açılan bu iki kahvehane büyük rağbet görür. Aslında bu rağbet İstanbul’da bu dükkânların açılmasından önce de kahve tiryakiliğinin yaygın olduğunun göstergesidir. Ancak kahvehane bir başkadır. Bu mekânda sadece kahve içilip çubuk ve nargile tüzürülmez! Kahvehanelerin farklı toplumsal işlevleri vardır. Haza bu işlevlere göre, sınıf sınıf kahvehane vardır: esnaf kahveleri, âşık kahveleri, tulumbacı kahveleri, merkezî yerlerdeki büyük kahvehaneler, kıraathaneler ve tabii mahalle kahveleri…

      Mahalle kahvehanelerinin işlevini ve oluşum sürecini, Osman Nuri Ergin, çok güzel özetler: “Namaz vakitlerinden evvel camiye gelen, fakat kapısını kapalı bulanlar yahut iki namaz arasındaki vakti geçirmek isteyenlerin bir müddet oturması ve beklemesi için, ilk önce her camiin yanında birer yer tahsis edilmiş ve Hicret’in 10’uncu asrında Yemen’den kahve gelince, buralarda kahve içilmesi âdet haline gelmişti. Ve ondan dolayıdır ki adına kahvehane denmiştir.”

      Bu iyi niyetli açıklama belki de işin başlangıcını gösterir; ama Osmanlı yönetimi kısa sürede fark edecektir ki kahvehaneler ve özellikle de o küçük mahalle kahveleri -ki örneğin Süheyl Ünver bunları ‘bir tür halk kulübü’ diye adlandırır- kendi otoritesi karşısında bir ‘muhalif’ güç oluşturmaktadır âdeta. Mahalle kahvesi mahalle hayatının merkezindeki caminin yanında, bu caminin cemaati için ‘sivil’ bir uzantısı gibidir.

      Böylece kahvehane ilk kurulduğu tarihten başlayarak Osmanlı insanının hayatına yeni bir sosyalleşme getirmiştir. Evde, çoluk çocuğun arasında ya da camide cemaatin içinde, cami avlusunda pek konuşulamayan konular kahvehanenin kuytu köşelerindeki sedirlerde konuşulurdu.

      Sohbet mahalle dedikodusuyla sınırlı kalmaz, ‘devlet katına kadar’ yükselir; siyaset yapılırdı. Yani Saray’da, o günlerin iktidar mücadeleleri içinde herkes kendine bir taraf seçerdi. Örneğin, 17. yüzyıla kadar sürüp giden yeniçeri-sipahi rekabeti ve zaman zaman patlak veren isyanlarda, şu yeniçeri ağasını ya da sipahilerin tarafını tutan şu veziri destekleyenler, kendilerine mahalle kahvelerinde taraZar ararlardı. Çoğu isyanlar da bu kahvehanelerde planlanırdı. Saray da tedbirini alırdı elbeze! Hafiye kullanılır; küçük mahalle kahvelerine dokunulmaz, ama ‘ibret olsun diye’, merkezî yerlerdeki belli başlı büyük kahvelerden birkaçı kapatılırdı. Fetva deZerlerinde bu kapatmaların örneği boldur.

      ‘Büyük kahvehaneler’ diye sözünü eziğimiz kahveler kentin önemli meydanları civarında, ana caddelerde bulunan, her tabakadan farklı insanların gelip gizikleri, hem ‘gediklileri’ yani sürekli müşterileri, hem de bol miktarda ‘gelgeç takımı’ müşterisi olan yerlerdi. Bunların bir kısmı ‘çayının nefaseti’ ve ‘kahvesinin kıvamı’ ile ün yapmışlardı. Şehzadebaşı semtinin kahvehaneleri çok ünlü idi. Şehzadebaşı deyince, akla Direklerarası ve tabii ki İstanbul’un Ramazan kültürü gelir. Ramazan deyince de kahvehane! Çünkü Osmanlı başkentinin Ramazan gecelerinde halk sokaklara dökülür, kahvehaneler de sahura kadar açık bulunurdu. Ramazan kahvehaneleri resimlerle süslenir ve rengârenk kâğıt fenerlerle donatılırdı. Eğer Ramazan kışa rastlamışsa, İstanbul’un özellikle çalgılı kahveleri geceleri çok şenlikli, çok canlı olurdu. Kentin hemen her semtinde böyle bir çalgılı kahve bulunurdu. Bunlara ‘semaî kahveleri’ de denirdi.

      Konunun meraklısı Osman Cemal Kaygılı’ya kulak verirsek, çalgılı kahvelerde mani, semaî, koşma, destan ve kalenderîler okunduğunu; bunları okuyanlar gibi, yazan ya da düzenleyenlerin de çoğunlukla tulumbacılar

Скачать книгу


<p>1</p>

Bu yazının yazılmasında Ahmet Yaşar’ın Osmanlı Şehir Mekanları: Kahvehane Literatürü ve Lütfü Tınç’ın Osmanlı’da Kahvehane Kültürü adlı yazılarından yararlanılmıştır.