Скачать книгу

beş derece olarak gösteriyordu. Yola devam ederken gökyüzünde dağınık bulutlar geziniyordu.

      Kalenin hemen arkasında stabilize yol ikiye ayrılıyordu, o sola yöneldi. Bu yolu daha önce hiç kullanmamış olmasına rağmen doğru yol olduğunu biliyordu. Bu yol ona tarif edileli on yıl geçmişti ama hâlâ her ayrıntıyı hatırlıyordu. Arazi ve yolları bulmada beyni iyi çalışıyordu.

      Yaklaşık bir kilometre sonra yol oldukça kötüleşti. Dikkatle ilerlerken, büyük kamyonlar bu yolu nasıl aşabildiler acaba, diye sordu kendine.

      Yol birden aşağıya inen dik bir yokuşa dönüştü ve önünde, üzerinde geniş ahırlar bulunan büyük bir arazi belirdi. Büyük avluya ilerledi, durdu. Arabadan inerken başının üzerinde uçan bir sürü karganın sesini duydu.

      Avluda tuhaf bir terk edilmişlik havası hâkimdi. Bir ahır kapısı rüzgârla çarpıyordu. Kısa bir an yanlış gelmiş olabileceğini aklından geçirdi.

      Ne ıssız bir yer, diye düşündü. Skåne kışı, bir de havada daireler çizen, kara kuş sürüleri. Ayakkabılarının altına yapışan çamur.

      Ahır kapılarından birinden aniden genç, sarışın bir kız çıktı. Kısa bir an kız ona Linda’yı anımsatmıştı. Onun da saçları böyleydi, aynı ince beden ve yürürken aynı ani hareketler. Kızı merakla inceledi.

      Kız, samanlığa dayalı bir merdiveni sürüklemeye başladı. Wallander’i fark edince merdiveni bıraktı, ellerini gri binici pantolonuna sildi.

      “Selam,” dedi Wallander. “Sten Widén’i arıyorum. Doğru yerde miyim acaba?”

      “Siz polis misiniz?” diye sordu kız.

      “Evet,” diye yanıtladı Kurt Wallander şaşkınlıkla. “Nasıl anladınız?”

      “Sesinizden anlaşılıyor,” dedi kız, bir yerlere takılmış gözüken merdivene asıldı yine.

      “Evde mi?” diye sordu Kurt Wallander.

      “Şu merdiveni çekmeme yardım eder misiniz?” dedi kız sadece.

      Wallander basamaklardan birinin ahır duvarının ahşap kaplamasına takıldığını görünce merdiveni kavrayarak, basamağı takıldığı yerden kurtuluncaya dek çevirdi.

      “Teşekkürler,” dedi kız. “Sten eminim ofisindedir.” Ahırdan biraz uzaktaki kırmızı tuğladan bir binayı işaret etti.

      “Burada mı çalışıyorsunuz?” diye sordu Kurt Wallander.

      “Evet,” diye yanıtladı kız, çarçabuk merdivene tırmandı. “Şimdi çekilin oradan.”

      Hayret verici güçlü kollarıyla saman balyalarını delikten atmaya başladı. Kurt Wallander kırmızı binaya yöneldi. Tam kapıyı çalacakken binanın köşesinde bir adam belirdi.

      Sten Widén’i en son gördüğünden bu yana on yıl geçmişti. Yine de hiç değişmemiş gibiydi. Aynı karışık saçlar, aynı sıska yüz ve alt dudağında aynı kızarık döküntü.

      “Şu sürprize bakın,” dedi adam gergin bir gülüşle. “Ben de nalbant geldi sanmıştım. Şuna bak ki sen gelmişsin! Görüşmeyeli uzun zaman oldu.”

      “On bir yıl,” diye yanıtladı Kurt Wallander. “1979 yazında görüşmüştük en son.”

      “Tüm hayallerin karardığı o yazı nasıl unuturum? Kahve ister misin?” Kırmızı tuğla binaya girdiler. Duvarlardan Kurt Wallander’in burnuna gaz yağı kokusu çarptı. Karanlıkta paslı bir biçerdöver duruyordu. Sten Widén bir başka kapıyı açtı, bir kedi kenara atladı. Kurt Wallander büro ve ev karışımı olduğu görülen bir odaya girdi. Duvarlardan birine, dağınık bırakılmış bir yatak dayalıydı. Ayrıca bir televizyon ve bir video vardı. Masanın üzerinde de mikrodalga fırın. Eski bir koltuğun üzerine bir sürü giysi yığılmıştı. Odanın geri kalan bölümünüyse büyük bir çalışma masası işgal etmişti. Sten Widén geniş pencere pervazlarından birinde duran faksın yanındaki termostan kahve koydu.

      Kurt Wallander, Sten Widén’in gerçekleşemeyen opera hayallerini anımsadı. Yetmişli yılların sonunda ikisinin de hiçbir zaman gerçekleştiremeyecekleri ne hayaller kurmuşlardı… Kurt Wallander organizatör olacak, Sten Widén’in tenor sesi ise dünya operalarında yankılanacaktı.

      O günlerde Wallander polisti. Bugün de hâlâ polis.

      Sten Widén sesinin yeterli olmayacağını kabullenince babasının batmakta olan yarış atı ahırını devralmıştı. Arkadaşlıklarıysa bu ortak düş kırıklığına dayanamamıştı. Eskiden her gün görüştükleri halde, şimdi son karşılaşmalarının üzerinden on bir yıl geçmişti. Hem de evlerinin arasındaki uzaklık elli kilometreden fazla olmadığı halde.

      “Şişmanlamışsın,” dedi Sten Widén. Koltuğun üzerindeki bir tomar gazeteyi kenara çekti.

      “Sen şişmanlamamışsın ama,” diye karşılık verdi Kurt Wallander. Bu cevap ona garip gelmişti.

      “Yarış atı yetiştiricilerinin kilo aldıkları pek görülmez,” diye karşılık verdi Sten Widén, yine o gergin kahkahasını attı. “Dar paçalıların ekonomisi de dar olur, başarılı yetiştiriciler dışında tabii. Khan veya Strasser gibi. Onların parası var.”

      “Ee, işler nasıl gidiyor?” diye sordu Kurt Wallander koltuğa otururken.

      “Ne iyi ne de kötü,” diye yanıtladı Sten Widén. “Ne çok şanslı ne de şanssız sayılırım. Yetiştirdiğim atlar içinde hep iyi bir tane çıkıyor. Düzenli olarak genç atlar alıyor, yuvarlanıp gidiyorum. Ama aslında…”

      Cümlesini bitirmeden kesti.

      Sonra uzanarak masanın çekmecesini açıp yarısı boşalmış bir viski şişesi çıkardı.

      “İster misin?” diye sordu.

      Kurt Wallander hayır anlamında başını salladı.

      “Direksiyon başında alkollü yakalanan bir polis iyi bir etki uyandırmıyor,” diye yanıtladı.

      “Yine de şerefe,” dedi Sten Widén, şişeden bir yudum aldı.

      Ezilmiş paketten bir sigara aldı, evraklar ve yarış programları arasında çakmağını arandı.

      “Ya Mona nasıl?” diye sordu. “Ve Linda? Ya baban? Kız kardeşinin adı neydi? Kerstin miydi?”

      “Kristina.”

      “Tamam. Kristina. Eh, bilirsin işte! Hafızam pek de güçlü sayılmazdı hiç.”

      “Notaları hiç unutmazdın ama.”

      “Öyle mi?”

      Şişeden bir yudum daha aldı. Kurt Wallander onun bir şeylerden rahatsız olduğunu fark etti. Buraya gelmemeliydi mi acaba? Belki de geçmişi hatırlamak istemiyordu.

      “Mona ve ben ayrıldık,” dedi. “Linda’nın ise kendi evi var. Babam eskisi gibi. Resim yapıyor. Ama korkarım artık bunamaya başladı. Ona ne yapmam gerektiğinden pek emin değilim.”

      “Benim evlendiğimi biliyor musun?” diye sordu Sten Widén.

      Wallander onun kendisini hiç dinlememiş olduğu hissine kapıldı.

      “Hayır, nereden bileyim?”

      “Biliyorsun, ben bu kahrolası ahırı devraldım. Babam sonunda, atlarla çalışamayacak kadar yaşlandığını kabul edince, adamakıllı içmeye başladı. Eskiden içtiklerinin hesabını bilirdi gerçi. Anladım ki; onu ve içkici takımını daha fazla çekemeyeceğim. Bu ahırda çalışan kızlardan biriyle evlendim. Nedeni de babama sabredebiliyor olmasıydı. Ona yaşlı bir atmışçasına

Скачать книгу