Скачать книгу

olmalısınız. Neden onlar? Neden biz değil, diye düşünmüş olmalısınız.”

      “Paraları yoktu,” dedi Nyström. “Çok değerli sayılabilecek bir şeyleri de yoktu. Zaten bir şeyleri de çalınmamış. Bunu dün buraya gelen polise de anlattım. Kaybolmuş olabilecek tek şey var, eski bir duvar saati.”

      “Olabilecek?”

      “Belki de kızlardan biri almıştır. İnsanın her şeyi hatırlaması mümkün olmuyor.”

      “Para yok,” dedi Wallander. “Düşman da yok.” Birden aklına bir fikir geldi.

      “Evinizde para saklıyor musunuz?” diye sordu. “Acaba katilin evleri karıştırmış olma ihtimali var mı?”

      “Sahip olduğumuz her şey bankada,” diye yanıtladı Nyström. “Ve bizim de düşmanımız yoktur.”

      Eve dönüp kahve içtiler. Kurt Wallander kadının gözlerinin kızarmış olduğunu gördü. İki adam dışardayken ağlamış olmalıydı.

      “Son günlerde olağan dışı bir şey fark ettiniz mi hiç?” diye sordu. “Örneğin Lövgren’lere gelen sizin tanımadığınız ziyaretçiler gibi?”

      İki yaşlı birbirlerine bakıp, sonra ikisi de kafalarını salladılar.

      “Onlarla en son ne zaman konuşmuştunuz?”

      “Dün onlara kahve içmeye gitmiştik,” dedi Hanna. “Olağan dışı bir şey yoktu. Biz her gün birlikte kahve içerdik. Kırk yıl boyunca.”

      “Korkar gibi bir halleri var mıydı?” diye sordu Wallander. “Tedirgin ya da?”

      “Johannes üşütmüştü,” diye yanıtladı Hanna. “Ama bunun dışında her şey olağandı.”

      Durum ümitsizdi. Kurt Wallander artık ne sorması gerektiğini bilmiyordu. Aldığı her yanıt yüzüne kapatılan başka bir kapı gibiydi.

      “Yabancı tanıdıkları var mıydı?” diye sordu.

      Adam hayretle kaşlarını kaldırdı.

      “Yabancı tanıdıklar mı?”

      “İsveçli olmayan birileri,” diye açıklamaya çalıştı Wallander.

      “Birkaç yıl önce birkaç Danimarkalı, yaz ortasında onların arazisinde çadır kurmuşlardı.”

      Kurt Wallander saate baktı. Neredeyse yedi buçuktu. Saat sekizde Rydberg’le buluşacaktı, geç kalmak istemiyordu.

      “Her şeyi bir daha düşünün,” dedi. “Aklınıza gelen her şey bizim için önemli olabilir.”

      Nyström arabasına kadar ona eşlik etti.

      “Ruhsatım var,” diye açıkladı. “Kesinlikle sizi hedef almamıştım. Sadece korkutmak istemiştim.”

      “Bunu da başardınız,” diye yanıtladı Wallander. “Ama geceleri uyusanız sanırım daha iyi olur. Bu işi yapmış olanların bir daha geleceklerini sanmıyorum.”

      “Siz uyuyabilir miydiniz?” diye sordu Nyström. “Siz uyuyabilir miydiniz? Komşularınız masum hayvanlar gibi katledilse!”

      Kurt Wallander aklına uygun bir yanıt gelmediği için susmayı tercih etti.

      “Kahve için teşekkür ederim,” diye ekledi çarçabuk, sonra da arabasına binerek oradan ayrıldı.

      Her şey ters gidiyor, diye düşündü. İpucu yok, hiçbir şey yok. Sadece Rydberg’in komik düğümü ve “yabancı” sözcüğü. Yaşlı bir çift, kenarda köşede paraları yok, değerli eşyaları yok. Öyle bir yöntemle öldürülüyorlar ki olağan bir saldırıdan başka bir şeyler olduğunu düşündürüyor insana.

      Nedeni kin olan bir cinayet ya da intikam.

      Başka bir şeyler olmalı, diye düşündü. Bu iki insanın alışılmış ve normal düzeniyle bağdaşmayan bir şeyler olmalı.

      Ne olurdu, şu at konuşabilseydi.

      Bu atla ilgili onu huzursuz eden bir şey vardı ve deneyimli bir polis olarak bu huzursuzluk hissini görmezden gelmemesi gerektiğini biliyordu. Bu atla ilgili yolunda gitmeyen bir şey vardı.

      Sekize dört kala Ystad emniyetine vardı. Rüzgâr daha da artmış, artık fırtınaya dönmüştü. Buna rağmen hava birkaç derece ısınmış gibiydi.

      Kar yağmasın yeter, diye düşündü. Santraldeki Ebba’yı başıyla selamladı. “Rydberg geldi mi?” diye sordu.

      “Odasında,” diye yanıtladı Ebba. “Sürekli telefon geliyor. Televizyon, radyo, basın. Ve il emniyet müdürü de aradı.”

      “Onları bir süre daha benden uzak tutar mısın?” diye rica etti Wallander. “Önce Rydberg’le konuşmak istiyorum.” Ceketini odasına astı, sonra aynı koridor üzerinde birkaç kapı ötedeki Rydberg’in odasına gitti. Kapıyı tıklattığında karşılık olarak bir homurtu duydu.

      İçeri girdiğinde Rydberg odanın ortasında durmuş, pencereden dışarı bakıyordu. Pek de uykusunu almışa benzemiyordu.

      “Selam,” dedi Wallander. “Kahve getireyim mi?”

      “Çok iyi olur. Ama şeker istemez. Şekeri bıraktım.”

      Wallander plastik bardaklarda kahve alarak Rydberg’in odasına döndü.

      Kapının önünde durdu.

      Nasıl bir karara vardım ki, diye düşündü. Kadının son sözlerini gizli mi tutmalıyız? Bu gibi olaylarda hep dediğimiz gibi soruşturmanın selameti açısından? Yoksa açıklamalı mıyız? Benim kararım ne ki?

      Hiçbir fikrim yok, diye düşündü; aklı karışıktı, ayakkabısının ucuyla kapıyı iteledi.

      Rydberg masasında oturmuş seyrek saçlarını tarıyordu. Wallander yayları yıpranmış ziyaretçi koltuğuna çöktü.

      “Yeni bir koltuk alsan iyi olur,” dedi.

      “Para yok,” diye yanıtladı Rydberg ve tarağını masanın çekmecesine koydu.

      Kurt Wallander kahve bardağını koltuğun yanına, yere koydu.

      “Bu sabah o kadar erken uyandım ki,” dedi. “Nyström’lere gittim, onlarla bir kez daha görüştüm. Yaşlı adam bir çalılıkta pusuya yatmıştı, av tüfeğiyle üzerime ateş etti.”

      Rydberg, Wallander’in yüzünü işaret etti.

      “Saçmadan değil,” diye açıkladı bunun üzerine. “Kendimi yere attım, ondan oldu. Nyström silah ruhsatının olduğunu söylüyor. Ne bileyim.”

      “Bir şeyler öğrenebildin mi?”

      “Yok. Yeni hiçbir şey yok. Para yok, hiçbir şey yok. Yalan söylemiyorlarsa tabii.”

      “Niye yalan söylesinler ki?”

      “Niye söylemesinler?”

      Rydberg kahvesini yudumladı, yüzünü ekşitti.

      “Polislerin büyük bir kısmının ülser olduğunu biliyor musun?” diye sordu.

      “Bilmiyordum.”

      “Eğer doğruysa, nedeni böyle kötü kahvelerdir.”

      “Ne yapalım, olayları kahve içerken çözüyoruz.”

      “Şimdi olduğu gibi mi?”

      Wallander başıyla onayladı.

      “Elimizde ne var? Hiçbir şey.”

      “Çok sabırsızsın, Kurt.” Rydberg bir yandan eliyle burnunu silerken ona baktı. “Yaşlı bir öğretmen gibi konuştuğumu biliyorum,” diye devam etti.

Скачать книгу