Скачать книгу

Beck’in annesi seksen iki yaşındaydı ve hayatının son iki yılını, huzurevinin hasta koğuşunda geçirmişti. Hastalığı uzun solukluydu. İlk belirtileri hafif baş dönmesi ataklarıydı. Zaman geçtikçe baş dönmeleri şiddetlenmiş, araları da sıklaşmıştı. Sonunda, kısmi felç geçirmişti. Geçen yılın tamamında sadece tekerlekli sandalyede oturabilmiş ve nisan ayından beri de yataktan çıkmamıştı.

      Martin Beck kendi iyileşme süresince annesini sık sık ziyaret etmişti ama yaşı ve baş dönmesi onu yıpratırken yavaş yavaş eridiğini görmek ona acı veriyordu. Onu en son gördüğü birkaç seferde annesi Martin Beck’i kocası zannetmişti. Oysa babası yirmi iki yıl önce ölmüştü.

      Annesinin hasta odasında ne kadar yalnız kaldığını ve dış dünyadan ne kadar kopmuş olduğunu görmek Martin Beck’e acı vermişti. Baş dönmesi nöbetleri başlayana değin annesi dışarı çıkıp şehre inerdi, mağazaları gezer, insanları görür ya da hâlâ hayatta olan arkadaşlarına uğrardı. Bagarmossen’de oturan Inga ve Rolf’a sıklıkla gider ya da Stocksund’da yalnız yaşayan torunu Ingrid’i ziyaret ederdi. Hastalanmadan önce de sık sık huzurevinde canı sıkılır ve kendini yalnız hissederdi ama sağlığı yerinde olduğu ve eli ayağı tuttuğu için sakatlar ve ihtiyarlar dışında birilerini görme şansı vardı. Hâlâ gazeteleri okur, televizyon seyreder ve radyo dinlerdi, hatta arada sırada konser ya da sinemaya giderdi. Dış dünyayla iletişimini sürdürmüş ve olup bitenle ilgilenebilmişti. Fakat mecburen yalnız kalınca, zihinsel çöküşü de çok hızlı olmuştu.

      Martin Beck onun yavaş yavaş gerilediğini, hasta odası dışındaki dünyaya ilgisini yitirişini izlemişti, en sonunda gerçeklik ve şimdiki an ile teması da kopmuştu. Herhâlde zihninin bir savunma mekanizması, diye düşünüyordu, annesinin bilinci artık hep geçmişe bağlıydı: Şimdiki zamanın gerçekliğinde onu besleyen bir şey yoktu.

      Martin Beck annesinin, tekerlekli sandalyede oturabilirken bile günlerini nasıl geçirdiğini fark ettiğinde sarsılmıştı. Annesi onu gördüğüne mutlu oluyor ve ziyaretlerinin farkında oluyordu. Her sabah yıkanıp giyinir, tekerlekli sandalyesine oturtulur ve kahvaltısı verilirdi. Sonra bütün gün odasında tek başına otururdu. İşitme duyusu gerilediği için radyo dinlemiyordu artık. Okumak, onu fazlasıyla yoruyordu ve elleri iğne ya da tığ işi tutamayacak kadar zayıflamıştı. Öğlen saati yemeği getiriliyordu ve saat üçte yardımcılar üstünü değiştirip onu tekrar yatağa yatırdıktan sonra günlük mesailerini tamamlamış oluyordu. Daha sonra hafif bir akşam yemeği servis ediliyordu ama annesinin iştahı olmuyor, sıklıkla yemeyi reddediyordu. Bir keresinde ona hiçbir şey yemediği için bakıcıların kendisine kızdığını söylemişti. Ama önemli değildi. En azından birisi gelip onunla konuşmuş oluyordu.

      Martin Beck, personel eksikliğinin huzurevinde büyük bir sorun teşkil ettiğinden haberdardı, hemşire ve bakıcı yetersizdi. Aynı zamanda mevcut personelin, acımasızca düşük maaşlarına ve uzun çalışma saatlerine rağmen, yaşlılara arkadaşça ve zarif davrandığını da biliyordu, onlar için ellerinden geleni yapıyorlardı. Martin Beck, annesinin yaşamını onun için nasıl daha tahammül edilebilir kılacağını uzun uzadıya düşünmüştü, belki de onu insanların daha fazla zaman ayırdığı ve ilgi gösterdiği özel bir huzurevine aldırabilirdi; ama hemen, annesinin kaldığı yerdekinden daha iyi bir bakım bekleyemeyeceği sonucuna vardı. Annesi için yapabileceği tek şey, onu sık sık ziyaret etmekti. Annesinin durumunu iyileştirmek için olasılıkları kafasında değerlendirirken inanılmaz sayıda yaşlı insanın, ondan çok daha kötü durumda olduğunu fark etmişti.

      Uzun ve aktif bir yaşamdan sonra yalnız ve parasız yaşlanmak, kendine bakamaman ve birdenbire tüm onur ve kimliğinden sıyrılman demekti. Senin kadar dışlanmış ve yok olmaya yüz tutmuş diğer yaşlıların arasında, bir kurumda sonunu beklemeye mahkûm kalıyordun.

      Bugün buralara artık ‘kurum’ ya da ‘yaşlılar evi’ bile denmiyordu. Bugünlerde buralara ‘emekliler evi’ hatta ‘emekliler oteli’ deniyordu, insanların oraya gönüllü gitmediğini, sözde Sosyal Yardım’ın artık onlardan haber almak istemediği zaman onları oraya mahkûm ettiği gerçeğini allayıp pullayan isimlerdi bunlar. Zalim bir cezaydı bu, üstelik de suçları sadece fazla yaşlı olmaktı. Eğer insan toplumsal çarkta eskimiş, paslanmış bir dişliyse, çöp yığınına atılıyordu.

      Martin Beck, her şeye rağmen annesinin diğer yaşlı ve hasta insanlardan daha iyi durumda olduğunu düşündü. Annesi ileri yaşlarında güvende olmak ve kimseye yük olmamak için zamanında dişinden tırnağından artırıp biriktirmişti. Enflasyon sayesinde parası muazzam ölçüde değersizleşse de, yine de tıbbi yardıma, bir nebze besleyici yiyeceklere ve geniş ve havadar bir odaya sahipti, odasını başkasıyla paylaşmıyordu ve kendi özel eşyaları vardı. En azından birikimiyle bunları sağlayabilmişti.

      Şimdi Martin Beck’in pantolonu güneşli pencerenin önünde kurumuş ve leke hemen hemen yok olmuştu. Martin Beck giyinip telefonla taksi çağırdı.

      Huzurevinin etrafındaki park geniş ve bakımlıydı. Çiçek tarhları, koru ve taraçalar arasında uzun, bol yapraklı ağaçlar, gölgelik serin patikalar vardı. Annesi hastalanmadan önce Martin Beck’in koluna yaslanıp burada gezinmeyi severdi.

      Martin Beck doğruca ofise gitti ama ne Birgit Hemşire ne de bir başkasını buldu. Koridorda termos şişeler taşıyan bir bakıcıyla karşılaştı. Birgit Hemşire’yi sordu ve asistan ona Fince-İsveççe karışımı şakıyan bir sesle Birgit Hemşire’nin şu anda bir hastayla meşgul olduğunu söyledi. Martin Beck kıza Bayan Beck’in odası neresi diye sordu. Kız, koridorun devamındaki bir kapıyı başıyla işaret ettikten sonra elinde tepsi uzaklaştı.

      Martin Beck kapının arkasına baktı. Oda, annesinin daha önce kaldığı odadan daha küçüktü ve daha çok hasta odasına benziyordu. İçeride iki gün önce getirdiği kırmızı lale buketi haricindeki her şey beyazdı, laleler şimdi cam kenarındaki bir masada duruyordu. Annesi yatağında uzanmış, her ziyaretinde daha da irileşmiş görünen gözlerini tavana dikmişti. Kemikli elleri yatak örtüsünü çekiştirdi. Martin Beck yatağın yanında dikilip annesinin elini tutunca annesi yavaşça onun yüzüne baktı. “Demek bunca yolu geldin?” diye fısıldadı, duyulamayacak bir sesle.

      “Konuşarak kendini yorma, anne,” dedi Martin Beck, elini serbest bırakıp. Kocaman, hasta gözleri ve yorgun yüzüne bakarak yanına oturdu. “Nasılsın anne?” diye sordu.

      Annesi hemen cevap vermedi. Sadece ona bakıp bir iki defa gözlerini kırpıştırdı, sanki göz kapakları, kaldıramayacağı kadar ağırdı. “Üşüyorum,” dedi annesi sonunda.

      Martin Beck odada etrafına baktı. Yatağın ayak ucundaki bir sandalyede bir battaniye duruyordu. Martin Beck battaniyeyi alıp annesinin üstüne örttü.

      “Teşekkürler hayatım,” diye fısıldadı.

      Martin Beck annesine bakarak sessizce oturdu. Ne diyeceğini bilemeden zayıf, soğuk ellerini tutmakla yetindi.

      Annesi nefes alırken gırtlağından incecik bir hırıltı çıktı. Yavaş yavaş nefes alışları sakinleşti, gözleri kapandı. Martin Beck annesinin elini tutarak orada oturmaya devam etti. Pencerenin dışında bir karatavuk ötmüştü. Bunun haricinde her şey sessizdi.

      Martin Beck orada hareketsiz bir şekilde uzun bir süre oturduktan sonra yavaşça annesinin elini bıraktı ve ayağa kalktı. Annesinin yanağını okşadı. Sıcak ve kuruydu. Tam annesine bakarak kapıya doğru bir adım atarken annesi gözlerini açıp ona baktı.

      “Yün bereni tak,” diye fısıldadı, “dışarısı çok soğuk.” Sonra annesi tekrar gözlerini kapattı.

      Bir süre sonra Martin Beck eğildi,

Скачать книгу