Скачать книгу

hapsetmiş. Çocuk üzüntüler içinde mağara toprağıyla oynamış, oynamış, oynamış… Bir gün, yerin altındaki o toprağın içinde ışıl ışıl bakır filizleri bulmuş!” dedi. Önce bana sonra dedeme gülümseyerek baktı.

      Dedem, “Benim torunumun ışıl ışıl gözleri gibi mi?” diyerek göz kırptı.

      Tahsin amca mavi gözleriyle gülümseyip başımı okşadı. “Aynı Işıl’ın gözleri gibi!” dedi. Sonra yine aynı heyecanla anlatmaya devam etti. “Yoksul çocuk bulduğu bakır filizleriyle oynamaya başlamış. Oynadıkça oynamış, oynadıkça… Şekilden şekile sokmuş. Taşlarla dövmüş, süslemiş… O bakır filizlerini işleyedursun, gelelim zengin bey oğluna… Arkadaşından ayrılan zengin çocuk olanlara çok üzülmüş. Yoksul çocuğun karakeçisini her gün görmeye gitmiş. Oyunlar oynamış. Aradan yıllar geçmiş, zengin bey yaşlanınca yerine oğlu bey olmuş; şehri o yönetmeye başlamış. Yönetici de olsa karakeçiyi yanından hiç ayırmamış. Çocukken ayrıldığı can arkadaşı gibi karakeçi her gün onunlaymış. Onunla dertleşirmiş, onunla yemek yermiş, onunla eğlenirmiş.”

      Tahsin amca anlatırken Zeynep’le İbo da merakla ona bakıyordu. En sonunda Zeynep, “A be Tahsin amca ne olmuş söyleyiversene! Bu elindeki bakır levhalarla ne ilgisi var bu anlattıklarının?” diye soruverdi.

      Tahsin amca önce bir “cık cık”ladı. Sonra yana doğru bakıp tekrar gülümsedi. “E bekleyiver sen de Zeynep. Dur bak, anlatıyorum işte!” diyerek devam etti:

      “Mağaranın derinliklerindeki yoksul çocuk, geçen yıllar içinde büyümüş. Üstelik zamanla mağaradan nasıl çıkacağını da bulmuş. Şehrin beyine yakalanmamak için de, oralarda bulunan bir köyde yaşamaya başlamış. Yıllar geçerken bakırdan neler neler yapmış… İçindeki ayrılığı, özlemi, sevgiyi hep yaptığı bakırlara akıtmış. Öyle güzel tabaklar, çanaklar, sürahiler, güğümler yapmış ki… Yaşadığı yerde herkes ondan söz eder olmuş. Adı da bakırcı ustasına çıkmış. Bu bakırcı ustasının bir de namı varmış; ona Karakeçili Bakırcı dermişler. Çünkü bizim bakırcı, yaptığı her bir bakıra, mutlaka uzun kulaklı, kara keçiyle oyunlarını, ayrılığını, sevgisini işler dururmuş. Bakırlarını da pazarda satar, geçimini sağlarmış. Artık büyüdüğü için de beyin onu tanımayacağını düşünürmüş; ama bilmezmiş ki, o bey yaşlanmış, onun yerine artık oğlu geçmiş.”

      Tahsin amca hikâyenin burasında durdu. Gülümseyip Zeynep’e göz kırptıktan sonra, “Şimdi geliyoruz hikâyenin sonuna!” dedi. “Babasının yerine bakan bey, bir gün pazarda dolaşırken bizim bakırcı ustasını görmüş. Yanında da yine karakeçisi varmış. Bakırcının önünde durup yaptığı işlere bakmış. Bütün bakırlarda oyun oynayan iki çocuk, ayrılık, sevgi, bir de karakeçi! Yüreği hızlı hızlı atmaya başlamış. Bakırcı da beyi görünce korkmuş. Önce sanmış ki babası; ama daha dikkatli bakmış, bakmış… Bakmış ki o da ne? Bir de beyin yanında meleyip duran keçi! Keçiyi görünce gözlerinden yaşlar akmış. Keçinin yanındaki arkadaşını hemen tanımış. İkisi de hiçbir şey demeden koşarak birbirine sarılmış.”

      Tahsin amca titreyen sesini durdurdu. Sanki ağlayacak gibiyken derin bir nefes alıp verdi. “Uzun lafın kısası!” dedi. Önündeki üç levhayı bize gösterip, “Derler ki, bakır sevgi işidir. Sevenlerin arasında köprüdür, gözle görünmez incecik bir bağdır. İnceciktir, ama kessen kesilmez; koparsan koparılmaz. Yıllar geçer, seller akar; sevgiyle işlenmiş o incecik bağ, kaya gibi, taş gibi sağlamca durur.” dedi. Biz üç meraklı göz, hayranca Tahsin amcaya baktık. O, kaşlarını havaya kaldırıp, “Şimdi bu levhalar sizin!” dedi. Her birimizin eline bir levha tutuşturdu. “Sevgiyle işlemeyi bilirseniz, yani zorunlu değil elbet! O zaman sevdiklerinize, özlediklerinize ulaşırsınız. Aranızda sevgiyle işlenmiş incecik, ama taşlar kadar sağlam bir köprü kurulur!” dedi.

      Üçümüz de levhaları elimize alıp hayranca baktık. O an İbo’yla Zeynep’in aklından neler geçiyordu bilmem, ama benim aklımda bir Pamuk, bir de annemle babam vardı! Pamuk’u bulacak mıydım? Peki ya annem ve babam?

      Annem ve babam deyince yine içimde bir şeyler oldu. Hep böyle olurdu. Sanki bakırcı dedemin ağır çekiçleri gibi göğsüme “tak tak” vururdu. Öyle canım acırdı ki, ağlamak isterdim. Kimse bilmezdi ama… Kimseye söylemezdim. İçimdeki o ağır çekici, göğsüme nasıl vurduğunu, boğazıma nasıl takıldığını… Annemi, babamı da kimseye söylemezdim.

      Mavi Yeşil Patenler

      Tahsin amcanın dedemle ve sokaktaki diğer bakırcılarla işi bitince gitti. Dedem yeni gelen sıvanmış bakırlardan birini aldı. Küçük taburesinin olduğu, bakırları işleyip süslediği köşeye geçti. Biz yani İbo, Zeynep ve ben pastalarımızı büyük bir iştahla yerken bir yandan da yanımızda duran levhalara bakıyorduk.

      İçimden levhayı işlemeyi düşündüm. Acaba ben de dedem gibi onu süsleyebilir miydim? Onun usta elleri gibi yapabilir miydim? Peki, üzerine nasıl bir süs, nasıl bir resim koyardım? Karakeçili bakırcı gibi sevdiklerimi işlesem bir gün onları bulur muydum? Annemi, babamı, Pamuk’u?

      Pamuk aklıma gelince yine sokağa baktım. Hiç böyle yapmazdı acaba nerelerdeydi? Başına bir iş mi gelmişti?

      İbo pastası bitince, “Hadi kalenin içine gidelim.” dedi. Zeynep’le ikimiz ona neden der gibi bakınca, “Bugün cumartesi ya, kesin turistler vardır.” diye karşılık verdi. Turistler İbo ve Zeynep için bayram demekti. Sadece onlar için değil, kale Mahallesi’nde yaşayan çoğu çocuk için öyleydi. Turistlere müzik yapar, para kazanırlardı.

      Zeynep’le İbo dükkândan çıkarken ben de dedemden izin istedim.

      “İşiniz bitince hemen geri gelin, levhaları yapacaksınız?” diyerek izin verdi. Üçümüz öyle bir koştuk ki, rüzgâr gibi; İbo’ların evine bir çırpıda geldik. Sokakları geçerken hep Pamuk’a baktım ama hiçbir yerde yoktu.

      Evlerine gidince İbo darbukasını, Zeynep de melodikasını aldı. Yine koşarak kalenin içlerine doğru gittik. İbo doğru tahmin etmişti. Kalenin her yanında turistler vardı. Sadece yabancılar değil, Ankara Kalesi’ni görmeye gelen yerliler de vardı. Turistlerin en çok olduğu yerde durduk. İbo yere oturup başladı darbukasını çalmaya. Bir yandan çalıyor, bir yandan da söylüyordu.

      “Kaleye çok yol,

      Gönlüme bir yol çıkar.

      A be kuru ot mu sandın.

      Gönlüm taze çiçek kokar…”

      İbo çalıp söylerken Zeynep de melodikasını çalmaya başladı. Ben de bir köşeye çekildim, onları izliyordum. İzlerken öyle neşeli oluyordu ki, bazen dayanamayıp ellerimi çırpıyordum.

      Gelip geçenler İbo’nun, Zeynep’in etrafına toplanıyordu. Uzaklardan seslerini duyanlar yanlarına gelip izliyordu. Sonra diğer çocuklar da geldi; Bilal, Uğur, Aysel… Onlar da kalenin çocuklarıydı. İbo’yla Zeynep’e katıldılar. Kimisi şarkı söylüyor, kimisi oynuyordu.

      Onları izleyen turistler keyifle bakıyordu. Hatta içlerinden oyunlarına katılanlar bile oluyordu. Çocukların en çok hoşuna gidense İbo’nun önüne bıraktıkları paralardı. Paralar önüne atıldıkça mutlu oluyor, çaldıkça çalıyor; bağırdıkça bağırıyordu.

      Конец ознакомительного фрагмента.

      Текст

Скачать книгу