Скачать книгу

kuzeyde ayrıca, dünya yaşamının çoğunu yok eden bir tufana ve bir kızın bir köpekle birleşmesinden farklı insan ırklarının doğuşuna (çünkü ilk başta tüm insanlar Eskimoydu) dair bir başka yaygın anlatı hakkında çokça tekrarlanan bir hikâye vardır. Kız, beyazların atalarını bir çizmenin tabanına koymuş ve onları kendi ülkelerini bulmaları için göndermiş. Beyaz adamların gemileri döndüğünde, gövdeleri yukarıdan görüldüğü şekliyle tam olarak bir botun tabanına benziyormuş!

      VI. Yaşam ve Ölüm

      Eskimo anlayışında doğum ile ölüm, yaşamın bölümleri olmaktan ziyade bir başlangıç ve sondur. Bedenler, onların “sahipleri” olan ruhların araçları olmaktan ibarettir. Ölülerin bedenlerine gösterilen saygı, son özgürleşmeyle azalmaktan çok, artırılmış olan Inualarının gücüne duyulan kati bir korkuya dayanır. Ruhlar hem insan hem de hayvan olarak doğabilir ve tekrar dünyaya gelebilir. Bazılarının insan şekline dönmeden önce hayvanlar âleminin tamamını yönettiği bilinmektedir. Normalde insan ruhları insan olarak yeniden doğar. Canavarlar da insan ebeveynlerden meydana gelir. Kuzey masallarının en korkunçlarından biri “ebeveynlerini yiyen bebek” hikâyesidir. Bebek, annesini emzirirken göğüslerini koparmış, vücudunu mideye indirmiş ve babasını yemiştir. Sonra ebeveynlerinin kanıyla kaplı bir halde et arayışıyla ağlayarak, dehşet içinde kaçışan halka doğru korkunç bir şekilde sürünerek ilerlemiştir.

      Eskimolar bedenin “sahibi” olan ruhun yanı sıra bir isim ruhuna inanırlar. Ölen adamın adı, onu yeniden taşımak için bir çocuk dünyaya gelene kadar akrabaları tarafından anılmaz. Daha sonra ad böylece yeniden doğduğunda, ölü adamın gerçek ruhu bedeni terk edip ölüler diyarına gitmekte özgürdür. Bu Grönland düşüncesinin tuhaf bir çeşidine Batılı kabileler arasında Stefansson rastlamıştı: Bu kimseler, ölen akrabanın ruhunun, yeni doğan çocuğun vücuduna girdiğine, onun hayatını koruduğuna ve çocuk doğruyu yanlıştan ayırabildiği yaşa gelinceye kadar tüm sözlerini söylediğine inanırlar. Bu yaştan sonra çocuğun kendi ruhunun hüküm sürmesi beklenir ve kendisine ait bir isimle anılır. Doğumdan önce birkaç ölüm olmuşsa çocuğun bu türden birkaç koruyucu ruhu olabilir.

      Bir çocuğun koruyucu ruhlara bazen çok ihtiyacı oluyordu. Qalanganguase böyle bir çocuktu; annesi, babası ve kız kardeşi ölmüştü, ona bakacak akrabası yoktu ve vücudunun alt kısmı felçliydi. Köylüler ava gittiğinde yalnız kaldı, bir başınayken ruhlar geldi ve vaktin geçmesini sağladılar. Fakat bir keresinde, kız kardeşinin ruhu gitmek bilmedi (çünkü Qalanganguase, kız kardeşi öldüğünde geride bıraktığı küçük çocuğa bakıyordu) ve insanlar döndüklerinde, onun uçuşan ayaklarının gölgesini gördüler. Qalanganguase olanları anlattığında köylüler, onu Angakutların birbirlerinin gücünü sınadığı korkunç şarkı düellosuna davet ettiler. Onu evin desteklerine bağladılar ve sağa sola sallanır halde bıraktılar. Ama anne ve babasının ruhları geldi ve ona “Bizimle yolculuk et,” dediler; böylece onlarla gitti ve köylüler onu bir daha asla bulamadılar.

      Qalanganguase yetim ve sakat bir çocuktu; kuzey kutbundaki yaşam hakları son derece azdı. Mitsima ise yaşlı bir adamdı. Kış ortasında fok avına çıkmıştı. Bir fırtına çıktı ve arkadaşlarının yanından kayboldu. Fırtına dindiğinde çocukları, elleri ve ayakları donmuş olduğu için buzun üzerinde bir köpek gibi süründüğünü gördüler (çocukları onu gördüler ama ölmek üzere olduğu için yanına gitmeye korktular). “Zaten yaşlıydı,” dediler ve ölmesine izin verdiler; yaşlıların da kuzey kutbunda çok az yaşama hakkı vardır.

      Belki de hayatın zor olduğu bir coğrafyada bu zulümden ziyade bir zorunluluk meselesidir. Belki de bu, hayatları her zaman tehlikede olan insanlara ölümün daha az nihai, daha aralıklı görünmesi veya yalnızca medeni insanların unuttuğu dünyanın eski bir geleneğidir. Bilge bir ihtiyar, Knud Rasmussen’e (ölüler için yapılan ayinlerin gözlemlenmesinden bahsederken) şöyle der: “Dünyayı ayakta tutmak için eski geleneklerimizi yerine getiriyoruz, çünkü güçler gücendirilmemeli. Birbirimizi ayakta tutmak için geleneklerimize uyuyoruz. Büyük Kötülük’ten korkarız. İnsanlar hastalık karşısında çok çaresizdir. Buradaki insanlar tövbe eder, çünkü ölüler yaşamsal özlerinde güçlüdür ve güçleri sınırsızdır.”

      İkinci Bölüm

      Orman Kabileleri

      I. Orman Bölgesi

      İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar on yedinci yüzyılda Kuzey Amerika’yı sömürgeleştirdiklerinde, girdikleri bölge kuzeye doğru Labrador ve Hudson Körfezi’nin ağaçlık sırasına, güneye doğru dağların eteklerine ve kıyılarına, batıya doğru ise Mississippi Nehri boylamına kadar uzanan kesintisiz bir ormandı. Bu uçsuz bucaksız bölge, beyazlar için yeni olan bir ırka ait sayısız kabilenin yaşadığı bir yerdi. İskandinavlar orman topraklarının kuzey sınırlarındaki Vinland’da kaldıkları kısa süre boyunca; püsküllü giysiler giyen, uzun mızraklar taşıyan ve yüksek sesle bağıran insanlardan Skraelingler aracılığıyla haberdar olmuşlardı. Ne var ki, Kristof Kolomb’un ilk karşılaşacağı o insanları görmemişlerdi. Kolomb’un “Kızılderililer” dediği bu insanlar, yönetim biçimi açısından küçük kabile grupları halinde örgütlenmişlerdi. Ancak genellikle dil ve yapısal yakınlık bakımından birbirine benzeyen bu gruplar, “konfederasyonlar” veya “milletler” içinde birbirine gevşek bir şekilde bağlıydı. Bu sınırların ötesinde bile dil yakınlığı, normal olarak akraba ırkları temsil eden belirli büyük grupları veya dil gruplarını sınırlandırdı. Gerçekten de kuzeydeki Eskimo diyarından körfezi çevreleyen alüvyon ve kıyı topraklarına kadar tüm ormanlık bölge, dilsel olarak benzerlik gösteren iki büyük soy tarafından yönetiliyordu: Algonkinler ile İrokualar. Bu soylara ait kabileler beyaz kolonicilerin ilk karşılaştıkları yerlilerdi.

      Beyazlar ortaya çıktığında Algonkinler, bu iki halktan çok daha kalabalık ve yayılmış olanıydı. Atlantik kıyısı boyunca şu kabileler vardı: New Brunswick ve Nova Scotia’da Mikmaklar; New England’da Abnaki, Pennacook, Massachuset, Nauset, Narraganset, Pequot; New York’ta Mohikan ve Montauk; New Jersey’de Delaware ve Virginia ile Kuzey Karolina’da Nanticoke ile Powhatan. St. Lawrence’ın kuzeyinde Innu ve Algonkin kabileleri, batıda ise çoğunlukla Büyük Göller ve Hudson Körfezi arasındaki Chippewa ve Kriler vardı. Potawatomi, Menominee, Sauk ve Fox, Miami, Illinois ve Shawnee batı göllerinden güneyde Tennessee’ye ve batıda Mississippi’ye kadar uzanan toprakları kapsıyordu. Büyük Ovalar’da Arapaho ve Cheyenne ve Rocky Dağları’nda Siksika veya Blackfeet, bu geniş kabile ailesinin uzak temsilcileriydi. Buna karşılık, İrokua halkları bir arada olup çok az bölünmüştü. Güçlerinin iki merkezi, Erie ve Ontario Gölleri ve yukarı St. Lawrence bölgesi, güneyde New York ve Pennsylvania’nın merkezi ve Carolina ve Virginia kolonilerinin dağlık bölgesiydi. Kuzey kabilelerinden New Yorklu Beş Ulus veya İrokua Konfederasyonu ve sürekli savaş halinde oldukları Kanadalı Huron en önemlileriydi; güneyde ise Tuscarora ve Çerokiler vardı. Bu iki büyük soyun işgal ettiği tüm geniş topraklarda tek kayda değer davetsiz misafir, İrokualı Çerokiler ile Algonkinli Powhatan arasına yerleşmiş ve Düzlüklerin ünlü Siyu soyunun bir dalı olan Catawbalardı.

      Orman kabilelerinin toprakları benzer olduğu için (dağda veya ovada yoğun ağaçlıklıydı, bolca sulanmıştı, bol miktarda av hayvanı ve doğal meyve bulunuyordu) yaşam tarzları ve düşünce biçimleri de aynıydı. Herkes birer avcıydı; ancak Kanada’nın kuzeyi dışında, başlıca mahsul mısır olmak üzere kadınlar tarafından tarım yapılıyordu ve bu yüzden köyler kalıcıydı. Çalışma biçimleri, özellikle yaşam törenleri söz konusu olduğunda, sanattan yoksun olmasa da Taş Devri’nden kalmaydı. Kabileler barış için olduğu kadar

Скачать книгу