Скачать книгу

kamuoyunda “ilk kent”, “uygarlığın başladığı yer” gibi nitelendirmelerle anılır. Kuşkusuz bu nitelendirmelerde abartma payı olduğu düşünülebilir. Fakat Colin Renfrew gibi seçkin bir arkeolog bile, Çatalhöyük'ü “bin yılın en önemli kazısı” olarak nitelendirmiştir.

      Mellaart'ın adı ve yapıtlarıyla ilk karşılaşmam, ortaokul öğrencisiyken, Nişantaşı'nda okul çıkışı uğramayı âdet edindiğim kitapçıda gördüğüm Çatal Hüyük: A Neolithic Town in Anatolia kitabı aracılığıyla oldu. Yıllar sonra Çatalhöyük Dostları Derneği başkanı olarak, Mellaart'la sohbet etmek, onun konferanslarını dinlemek olanağını buldum. Çatalhöyük'ü buluşunun kırkıncı yılı olan 1998'de, Çatalhöyük Dostları olarak kendisiyle birlikte Anadolu Uygarlıkları Müzesi'ne ve Çatalhöyük'e unutulmaz bir gezi yaptık.

      Çatalhöyük buluntularını, onları bulan arkeologdan dinlemek eşsiz bir deneyimdi. Mellaart'ın yıllar sonra ziyaret edeceği Çatalhöyük'e yaklaşırken giderek artan heyecanını ve onun yeni kazı başkanı (eski öğrencisi) Ian Hodder'la buluşmasını izlemek, geziye katılanları duygulandırdı.

      Mellaart 17 Mayıs 1961 tarihinden başlayarak Çatalhöyük'te dört sezon kazı yaptı. Yüz kadar duvar resmi (ki bu resimler bulundukları tarihte insan yapısı duvarlar üzerinde yapılmış, bilinen en eski resimlerdi), çok sayıda heykelcik, çömlek parçaları, obsidyen ok ve mızrak uçları ile kil mühürler buldu.

      Çatalhöyük'te bulunan resim ve heykelcikler, bize neolitik insanın sadece nasıl yaşadığının değil, neler düşündüğünün, neler hissettiğinin ve neler düşlediğinin ipuçlarını verir. Bu ipuçlarından yola çıkarak yapılan farklı yorumlar, zaman içinde daha da çeşitlenmekte ve zenginleşmektedir.

      Örneğin Mellaart, Çatalhöyük'ün eşitlikçi ve anaerkil bir toplum olduğunu düşünüyordu. Çatalhöyük'te Ian Hodder başkanlığında 1993-2018 yılları arasında çalışan kazı ekibi, Çatalhöyük'ün eşitlikçi olduğunu fakat anaerkil olmadığını düşünüyor. Feminist arkeolog Marija Gimbutas'ın çizgisini izleyenler, Çatalhöyük'ün anaerkil olduğu için eşitlikçi olduğunu savunuyor.

      Leopar benzeri iki hayvan arasında oturan bir kadını gösteren küçük toprak heykel, Mellaart tarafından “ana tanrıça” olarak nitelendirilmiş ve Mellaart'ın kazılarından sonra Çatalhöyük'ün simgesi olmuştu. Ian Hodder, leoparın Çatalhöyük için daha uygun bir simge olduğunu düşünüyor. Hodder'ın Çatalhöyük hakkında yazdığı kitaplardan birinin adı Leopar'ın Öyküsü'dür.

      Kanımca asıl anlaşmazlık konusu, erkekler ve kadınlar arasında insanlık tarihinin ilk başlarına kadar uzanan çatışma ya da erkeklerin kadınlar üzerinde üstünlük kurmak için harcadıkları ezeli çabadır.

      Emile Durkheim, dinin toplumsal güç ilişkilerini yansıttığını söyler. Bu nedenle, ana tanrıçanın egemen olduğu anaerkil bir toplumun geçmişte var olması olasılığının erkekler tarafından âdeta rasyonel olmayan bir tavırla yadsınmasının nedeni, bu olasılığın var olan erkek egemen düzene bir tehdit olarak algılanması olabilir. Anaerkil bir düzenin yaşanmış ve dolayısıyla mümkün olması, erkek egemen düzenin olası tek düzen olduğu yönünde bin yıllardır oluşturulmaya çalışılan düzeni sarsacaktır.

      Bu konuya girmeden önce tarımın neden başladığıyla ilgili ilginç bazı tartışmaları paylaşacağız.

      Bira mı, Ekmek mi?

      Son buzul çağının günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce sona ermesiyle Ortadoğu'da ve özellikle Levant diye adlandırılan, İsrail ve Filistin'den başlayarak Suriye ve Irak'ın kuzeyine doğru uzanan bir hilal oluşturan bölgede yaşayan kimi insan toplulukları, kolaylıkla toplanabilen ve depolanabilen yabani tahıllara giderek daha bağımlı hale geldi. Bazı bölgelerde yabani tahıllar öylesine boldu ki Natufyan diye adlandırılan kültürün insanları, yiyecek aramak için göç etme gereksinimi duymamaya başladı ve mağaralarda ya da Ain Mallaha (Eynan, İsrail) ve Mureytbit (Suriye) gibi köylerde yerleşik yaşama geçtiler. Yerleşik yaşamla birlikte nüfus ve buna bağlı olarak yiyecek gereksinimleri arttı. Kıtlaşan gıda ürünleri arasında yabani tahıllar da vardı. Yiyecek bulmanın güçleşmesi nedeniyle bazı topluluklar daha az verimli bölgelere göç etmek zorunda kaldılar. Buralarda yabani tahıllar daha seyrekti. İnsanlar, gereksinimlerini karşılamak için tahıl üretmenin yollarını aradılar. Tarım böyle başladı (Katz, Solomon H. ve Voigt, Mary M. 1986, 28-29).

      Yukarıdaki paragrafta özetlenen, tarımın nasıl başladığıyla ilgili senaryo 1960'lı yıllardan başlayarak birçok arkeolog tarafından kabul görmüştür. Ancak daha sonra ele geçen bulgular, bu senaryonun doğru olmayabileceğini gösterdi. Tahıl üretiminin başladığı bölgelerde tahıl tüketimi artmamış, azalmıştı. Evcilleştirildikten sonra dahi tahılların, insanların gıda tüketimindeki payı yüzde üç ya da dördü geçmeyecekti (Katz, Solomon H. ve Voigt, Mary M. 1986, 29).

      Pulluk ya da benzeri araçların yokluğunda tahıl üretimi çok zahmetli ancak verimsiz bir iştir. Beslenmelerine katkısı sınırlı olan ama çok zahmet gerektiren tahıl üretimini sürdürmekte insanların neden ısrarcı olduğu, ilginç bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır (Braidwood vd. 1953, 516). Acaba tahılların evcilleştirilmesinde gıda gereksinimlerini karşılamanın dışında unsurlar da rol oynamış olabilir mi? Tahılların çimlenme ve mayalanma özelliklerinin olması, bize bu konuda bazı ipuçları verebilir.

      Tahıllar ancak işlemden geçirildikten sonra tüketilebilir. Bu amaçla ilk kullanılan yöntem, onları kavurmak olabilir. Ya da önce havanda tokmakla dövülüp kabukları kırılan tahıllar, lapa veya bulamaç olarak tüketilmiş olabilir ki bu süreç de yemek pişirmenin temelini oluşturur (Braidwood vd. 1953). Bulamaç yapmanın bir sonraki aşamasında ekmek ya da bulamacın mayalanmasıyla bira elde edilmiş olabilir.

      Geleneksel bira yapımı üç aşamadan oluşur: Maltlama ya da çimlendirme, mayşeleme ve fermantasyon ya da mayalama.

      Maltlama aşamasında tahıl taneleri çimlenene kadar suda ıslatılır. Bu süreçte tanelerin uçlarında diyastaz adı verilen bir enzim oluşur. Bir süre sonra tahıl tanelerini süzmek ve kurutmak gerekir. Çünkü çimlendirme uzun sürerse diyastaz miktarı azalacaktır. Çimlenen tohumlar güneşte kurutularak ya da kavrularak öldürülür. Böylece filizlenme durur fakat diyastaz miktarı yüksek kalır.

      İkinci aşama olan mayşelemede, kurutulmuş tohumlar öğütülür ve yine suyla karıştırılarak sıcak lapa yapılır. Diyastaz enzimleri lapadaki öğütülmüş tahıl tanelerinde bulunan nişastayı şekere dönüştürecektir. Lapanın 60-65 santigrat civarında ısıtılmış olması gereklidir. Çünkü yüksek ısıda diyastazın nişastayı şekere dönüştürmesi daha kolay olacaktır.

      Son aşama olan mayalama sürecinde şekerli lapaya (malt) maya eklenir. Maya, kapalı kaplarda var olan oksijeni ve şekeri tüketerek karbondioksit ve etanol üretir. Alkol oluşumu mayanın çoğalmasını engelleyecektir. Dolayısıyla alkol miktarı ile besin değeri arasında ters orantı olacaktır. Günümüzde optimum koşullarda üretilen biradaki alkol oranı en fazla yüzde 15-18 olabilir. İlkel koşullarda bu oran yüzde 5'i aşmaz ve geride çok miktarda şeker kalır.

      Yabani tahılları tüketen insan toplulukları bazı rastlantılar sonucunda bira üretmiş olabilir. Şöyle bir senaryo düşünebiliriz: Toplanan yabani tahıl taneleri önce suyla birlikte bir çeşit bulamaç olarak tüketilmiş olabilir. Bulamaçta uzun süre kalarak önce çimlenen ve sonra kuruyan bazı tahıl tanelerinin şekerlendiği ve tatlılaştığı fark edilir. Tatlanmış tanelerden yapılan bulamaç ya da lapa açıkta bırakılınca Ortadoğu'nun sıcak koşullarında bozulmaz, tam tersine

Скачать книгу