Скачать книгу

metalaşmasıyla ortaya çıktı. Günümüze kadar süregelen bu süreçte tanrıçalar, hem kadına dayanışma ruhu ve dayanma gücü veren hem de düzeni koruyan çelişkili işlevleri yerine getirdi.

      “Toplumsal başatlık kuramı” (social dominance theory) alanında çalışanların bu konuda bazı ilginç önermeleri var. Bu önermelere göre, sosyal yaşamın cinsellikle en fazla ilgili olan özelliği güçtür. Bilinen hiçbir toplumda kadınlar erkeklere başat değildir. Birikim yapan tüm toplumlarda, genelde erkekler kadınlardan daha güçlüdür ve bu, tarih boyunca böyle olmuştur. Cinsellik ve güç arasındaki ilişkiyi anlamak; ırk, etnisite, sınıf ve diğer alanlardaki eşitsizlikleri anlamakta da yararlı olacaktır.

      Başatlık ilişkileri muhtemelen aileyle başladı. Her toplum, yiyecek hazırlama, çocuk ve hasta bakımı gibi işlerin yapılmasını aileler aracılığıyla gerçekleştirir. Hemen her toplumda, aile içinde bu konudaki yükümlülükler kadınlar aleyhine asimetrik olarak dağıtılır (Pratto, Sidanius ve Levin 2006).

      Kadınlarla erkekler arasında aile içinde kurulan asimetrik ilişkiler diğer alanlara da yayıldı. MÖ 1752 yılına tarihlenen Hammurabi yasalarına göre evin reisi olan erkek, karısını, çocuklarını, cariyelerini borçları karşılığında rehin verebilir, ödeme aracı olarak kullanabilir ya da canı isterse satabilirdi (Atwood 2008, 56). İlk köleler, erkeklere göre daha yumuşak huylu oldukları ve daha kolay idare edilebildikleri için kadınlardı (Atwood 2008).

      İnsanlar birbirlerine karşı üstünlüğü, kaba kuvvet kullanarak ve üretim süreçleriyle ilgili bilgiyi tekellerine alarak oluşturabilir. Dini ritüelleri ve tanrılarla ilişkileri düzenlemek de bir güç kaynağıdır. Öte yandan, dini ilişkiler toplumdaki güç ilişkilerini yansıtır.

      Kadınlar, zor kullanma açısından kendilerini erkekler karşısında zayıf düşürecek düzenlemelere gönüllü olarak razı oldu. Bunu dayatan, insanın iki ayaklı olması ve insan beyninin büyüklüğüydü. Bebeğin, beynin tam olarak oluşmasından sonra doğabilmesi için annenin bacaklarının fazlasıyla ayrık olması gerekiyordu. Bu da anatomik olarak mümkün olmayacağı için, bebeğin beyni tam oluşmadan doğması ve doğduktan sonra uzun süre anneye bağımlı yaşaması gerekiyordu. Yavrularının korunaklı bölgelerde anneleriyle yaşamasına olanak sağlayan topluluklar daha başarılı oldu. Çocukları büyüttükleri, bitki topladıkları, tarım ve dokuma gibi zanaatları başlattıkları alanların güvenliğini sağlamayı erkeklere bırakan kadınlar, güç kullanımı açısından kendilerini erkeklere karşı zayıf düşürecek konumu kendi rızalarıyla kabullenmiş oluyorlardı. Kadınlar çocuk büyütür ve tarım dahil zanaatları geliştirirken, erkekler savaş ve av becerilerini geliştiriyordu. Kabileler arası kadın çalma ve kadın takasıyla kadınlar metalaştı. Sırada çocuklar ve tüm farklı olanlar vardı.

      Yine de bu bölgelerde annelerle büyüyen çocuklar, anneyi güç kaynağı olarak algılamayı sürdürdü. Yani kadın bir yandan metalaşır ve erkek karşısında zayıf konuma itilirken diğer yandan yeni oluşan çocuk bilincindeki güçlü konumunu sürdürmekteydi.

      Kadını güçlü kılan bir başka neden, onun tarım süreçleriyle ilgili bilgilere sahip ve deneyimlere vâkıf olmasıydı. Tarımı muhtemelen kadınlar başlatmıştı ve bu onlara saygınlık kazandırıyordu. En önemlisi, tohumların muhtemelen kutsal alanlarda depolanmasını gerçekleştirmek ve yönetmek, kadınların gücünü ve ayrıcalıklı konumunu pekiştirecekti.

      Ancak kadınlar, bu ayrıcalıklı konumlarını güç kullanmayı bilen erkeklere karşı koruyamadı. Erkekler, iyi hasat için gerekli sayılan tanrılarla ilişkileri ve daha önemlisi kutsal alan ve tapınaklarda konuşlanan tohum ve tahıl depolarının yönetimini, zamanla kendi denetimlerine aldılar.

      Başlangıçta tahıllar eşitlikçi temellere dayanarak değerlendirilirdi. Depolarda saklananlar, istediklerinde sahiplerine geri verilirdi. Daha sonra depolananın daha azı geri verilmeye başlandı (Frangipane 2007).

      Acaba üretimin bir bölümüne el koyma süreci, depoların ve tarımın yönetiminin kadınlardan erkeklere geçmesiyle mi başlamıştı?

      Rahip kralların toplumsal fazlalıklara güç ve kutsal ilişkilerden yararlanarak el koymasıyla, toplumdaki katmanlaşma hızlandı. Bereketli tarım toprakları Nil, Fırat ve Dicle'nin kollarının vadilerindeydi. Bu vadilere sıkışan ve nüfusu giderek artan çiftçi halklar, bereketli topraklardan ayrılmamak için güçlüler karşısında ödün vermeye razı oldu ve böylelikle bu bölgelerde sömürü yoğunlaştı.

      Öte yandan, Anadolu üzerinden Avrupa'ya yayılan halkların sömürücü toplum yapılarına katlanma zorunluluğu daha azdı. Sürtüşmeler artınca, kaybetme olasılığı güçlü olan taraf çekip giderdi. Barışçı tarım uygarlıkları böyle kuruldu ve yaygınlaştı.

      James Mellaart'ın 1950'li yılların sonlarında ve 1960'ların başlarında, Orta Anadolu'da, Konya'nın güneybatısında, Çumra yakınlarındaki Çatalhöyük'te gerçekleştirdiği kazılar, tüm kadın ve erkekler arasında böylesi bir eşitliğin izlerini ortaya koyuyordu.

      Çatalhöyük

      Tarih 11 Kasım 1958'di. Konya, Çumra yakınlarında bir höyüğün tepesindeki iki arkeolog, tepenin eteğindeki üçüncü arkeoloğa bağırarak tepe yüzeyinde neolitik buluntular olduğunu iletti. Üçüncü arkeolog cevap olarak tepenin eteklerinde de neolitik buluntular olduğunu bildirdi. Höyüğün tepesindeki arkeologlar David French ve Allan Hall'du. Tepenin eteğindeki arkeolog James Mellaart'tı. Höyüğün adı Çatalhöyük'tü.

      Neolitik, insanın avcı toplayıcı göçer yaşamdan tarım üretimine ve yerleşik yaşama geçtiği dönemdir. Bu çağ, Çin'de ve Güney Amerika'da birbirinden bağımsız olarak başladı. Fakat en önce, Güneydoğu Anadolu'yla birlikte Kuzey Suriye, Kuzey Irak ve Güneybatı İran'ı içeren topraklarda, günümüzden yaklaşık 10.000 yıl önce başladı. Bu topraklar yabani buğday, darı ve arpanın, ayrıca evcil hayvanların anavatanıdır ve son buzul çağının sona ermesiyle oluşan iklim koşulları, burada tarım üretiminin ve yerleşik yaşamın başlamasını mümkün kılmıştır.

      Mellaart Çatalhöyük'ü bulana kadar neolitiğin günümüzden yaklaşık 5500 yıl önce Mezopotamya'da başladığı ve Orta Anadolu'nun ne neolitik ne de başka değerler içeren arkeolojik bir çöl olduğu düşünülüyordu. Çatalhöyük'ten sonra Anadolu'nun pek çok yerinde bulunan yerleşimler Anadolu'nun neolitik dönemdeki zenginliğini ve önemini ortaya koyacaktı. Çatalhöyük tarih kitaplarının yeniden yazılmasına neden olacak bir buluştu.

      James Mellaart bu buluşu yaptığı tarihte otuz üç yaşındaydı. Birleşik Krallık vatandaşıydı. İkinci Dünya Savaşı yıllarını ailesiyle birlikte Hollanda'da geçirmiş, savaş yıllarında çalıştığı Leiden Müzesi'nde kendi çabasıyla hiyeroglifleri okumayı ve Orta Mısır dilini öğrenmişti. Daha sonra jeolojiye ilgi duymuş, fakat lisans derecesini Londra University College'da, Eski Çağ Tarihi ve Mısır Bilimi dalında yapmıştı. Daha sonra, Kathleen Kenyon'la Eriha'da (Jericho) çalışmış, Ankara'da yeni kurulan İngiliz Arkeoloji Enstitüsü için Çukurova'da yüzey araştırmaları yapmıştı. Seton Lloyd'la birlikte Beycesultan ve Hacılar kazılarını başlatmış ve yönetmişti. 1954 yılında ziyaret ettiği Fikirtepe kazılarında tanıştığı Arlette Cenani'yle evliydi. Çatalhöyük'ü bulduğunda, French ve Hall ile Orta Anadolu'da yüzey araştırmaları yapıyordu.

      Çatalhöyük genç Mellaart'ın ilk önemli buluşu değildi. O ilk önemli arkeolojik buluşunu katıldığı ilk önemli kazı olan Eriha'da çalışırken yapmıştı. Eriha'daki kazı başkanı Kathleen Kenyon'dı. Ünlü Mortimer Wheeler'ın öğrencisi olan Kenyon, çok yetkin bir arkeologdu. Kenyon, Eriha'nın meşhur duvarının dibinde yaptığı kazılarda, yerleşimin en eski tabakasına

Скачать книгу