Скачать книгу

yemeğinden sonra Matmazel Baptistine ve Madam Magloire ile yarım saat sohbet eder, sonrasında kendi odasına çekilir, bazen bir deftere bazen de eline geçirdiği bazı kâğıtlar üzerine düşüncelerini yazardı. O, tam anlamıyla bilgili bir edebiyat adamıydı. Arkasında oldukça ilginç konulara sahip olan beş-altı el yazması bırakmıştı. Bu eserler arasında, Tevrat’taki Yaradılış bölümündeki Başlangıçta Tanrı’nın ruhu sular üzerinde salınıyordu. ayeti hakkındaki yazısı ve bu ayeti, farklı üç ayrı tercümesi ile karşılaştırması yer alıyordu. Bu cümle Arapça tercümede “Tanrı’nın rüzgârları esiyordu.”, Filavius Joseph’in tercümesinde “Yukarıdan gelen bir rüzgâr yeryüzünde esiyordu.” ve Keldani bilgini Onkeleson’un tercümesinde “Tanrı’dan gelen bir rüzgâr, suların yüzeyine esiyor.” şeklinde yer alıyordu. Başka bir eserinde ise elinizde tutmuş olduğunuz bu eserin yazarının büyük amcası olan Ptolemais Piskoposu Hugo’nun teolojik eserini inceliyor ve geçen yüzyılda Barleycourt takma adı altında yayımlanmış olan eserlerden birçoğunun bu Piskopos’un kaleminden çıkmış olduğu gerçeğini ortaya koyuyordu.

      Kimi zaman okumasının ortasında, elindeki kitap her ne olursa olsun, bir anda derin düşüncelere dalıyor ve bu düşüncelerden ancak sayfaların kenarına birkaç kelime yazmak için irkilerek kendisini toparlıyordu. Bu satırların, onları içeren kitapla çoğu zaman hiçbir bağlantısı olmuyordu. Örneğin, şimdi bile önümüzde, Myriel tarafından okunmuş ve sayfalarının kenarına notlar yazmış olduğu Amerika’daki Amiraller, Clinton ve Cornwallis ile Lord Germain’in Mektuplaşmaları isimli bir kitap duruyor. İşte o notlarda şunlar yazılı:

      Ah, sen yücelerin yücesi!

      Din adamları, sana her şeye gücü yeten;

      Makkabiler sana Yaratıcı;

      Efeslilere yazılan mektup sana özgürlük;

      Baruh sana sonsuzluk;

      Zebur sana bilgelik ve gerçeklik;

      Yuhanna sana ışık;

      Kralların kitapları sana Rab;

      Kutsal Kitap sana Yaradan;

      Levililer sana kutsallık;

      Ezra sana adalet;

      Tekvin sana Tanrı;

      Ve insanlar sana Babamız diyor

      Ama Süleyman sana Rahmet diyor,

      bu isimlerin en güzeli de onun bulduğu isimdir.

      Gece saat dokuza doğru iki kadın, uyumak için birinci kattaki odalarına çekilir ve onu sabaha kadar zemin katta yalnız bırakırlardı.

      Bu noktaya geldiğimizde Digne Piskoposu’nun yaşadığı hane hususunda kesin bilgiler vermemiz gerekiyor.

      VI

      Onun Evini Kim Koruyordu?

      Yaşadığı ev, daha önce de söylediğimiz gibi zemin kat ve üst kattan oluşuyordu. Zemin katta üç oda, birinci katta üç oda ve üst katta da bir çatı katı vardı. Evin arka kısmında çeyrek dönüm büyüklükte bir bahçe vardı. İki kadın birinci katı kullanıyorlar, Piskopos ise alt katta yaşıyordu. Sokağa doğru bakan birinci oda, onun yemek odası olarak kullandığı odaydı. İkinci odayı yatak odası ve üçüncü odayı da vaaz odası olarak kullanıyordu. Vaaz odasından çıkabilmek için, yatak odasından; oradan çıkabilmek için de yemek odasından geçmek gerekiyordu. Vaaz odasının köşesinde yatılı kalacak misafirler için ayrılmış, yatak konulabilecek bir yer vardı. Piskopos, burayı bazı işleri görüşmek için Digne’den gelen din adamlarını ağırlamak için kullanıyordu.

      Hastanenin daha önce eczane olan kısmı, eve eklenen ve bahçeye bitişik küçük bir ek bina olarak mutfak ve kilere dönüştürülmüştü. Ayrıca bahçede eskiden hastanenin mutfağı olarak kullanılan ve şimdi Piskopos’un iki ineğinin beslendiği bir ahır bulunuyordu. İnekler her sabah ne kadar süt verirlerse versinler, elde edilen sütün yarısı hastanede yatan hastalara gönderiliyordu. Bunu verirken de her zaman, “Vergilerimi ödüyorum.” diyordu.

      Yatak odası hatırı sayılır derecede büyüktü ve kötü havalarda odayı ısıtması oldukça zor oluyordu. Digne’de odun son derece pahalı olduğundan ahırda tahtalardan, kapalı bir hücre yaptırmaya karar vermişti. Böylece şiddetli soğuk havalarda gecelerini “kış salonu” adını verdiği, kendi inşa ettiği bu hücrede geçiriyordu.

      Bu kış salonunda, tıpkı yemek odasında olduğu gibi beyaz ahşaptan kare bir masa ve dört hasır koltuktan başka mobilya yoktu. Yemek odasında bir de pembe boyalı eski bir büfe bulunuyordu. Piskopos; beyaz örtüler ve dantellerle düzgün bir şekilde kapatılmış benzer bir büfeyi, vaaz odasında minber olarak kullanıyordu.

      Digne şehrinin zengin ileri gelenleri, tövbekâr kadınları ve azizeleri, Monsenyör’e güzel bir minber almak için kendi aralarında para toplamışlar; Piskopos ise bu paraları almış ve yoksullara dağıtmıştı. “Benimki mihrapların en güzeli.” diyordu: “Tanrı’ya şükreden ve teselli bulan mutsuz kişilerin ruhuna hitap etmesi yeterli.”

      Vaaz odasında, dua etmek için iki hasır sandalye bulunuyordu; aynı tip sandalyeden bir adet de yatak odasına yerleştirilmişti. Olur da vali ya da komutan, alayındaki askerlerle ya da küçük ilahiyat okulundan birkaç öğrenci kabul ettiği, kalabalık yedi ya da sekiz kişilik bir grupla ziyarete geldiğinde evin tüm odalarında ve kış salonunda bırakılmış olan bu hasır sandalyelerin hepsi yemek odasına getiriliyordu. Bu sayede misafirlerin oturabilmesi için on bir sandalye toplanmış oluyordu. Oda, her bir misafir için yeniden düzenleniyordu.

      Bazen ziyaretçi grubu on iki kişi olduğunda Piskopos, durumu kurtarabilmek ve mahcubiyetini giderebilmek için kışın şöminenin önünde duruyor; yazın ise bahçede dolaşmayı tercih ediyordu.

      Vaaz odasının, gece yatıya gelenler için ayrılmış olan küçük yatak odasında da bir hasır sandalye vardı. Ancak hasırları öylesine yıpranmıştı ki sağlam üç bacağı olan bu sandalye ancak duvara dayalı hâlde kullanılabiliyordu. Matmazel Baptistine’in kendi odasında eski yaldızlı kumaşla kaplanmış, üzeri çiçekli kadife kumaştan çok büyük bir ahşap sandalyesi vardı lakin merdivenler çok dar olduğundan bu eve taşındıkları sırada bu sandalyeyi birinci kata ancak balkondan çıkarmak zorunda kalmışlardı. Bu nedenle bu sandalyenin aşağıda düzenli olarak kullanılması mümkün değildi.

      Matmazel Baptistine’in en büyük hayali, akaju renginde ve gül desenli kadife oturma odası takımı satın alabilmekti. Ama şu an için bu en az beş yüz franga mal oluyordu. Beş yıl boyunca bu hayalini gerçekleştirebilmek için kenara ancak kırk iki frank ve on santim2 atabilmiş olduğundan sonunda bu hayalinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Zaten, kim bütün hayallerine kavuşabiliyordu ki?

      Aslında Piskopos’un yatak odasını, hepiniz kolayca gözünüzde canlandırabilirsiniz. Yeşil başlığıyla demirden bir hastane yatağını aydınlatan ve bahçeye bakan dar bir penceresi vardı. Yatağın hemen arkasında bir perde asılıydı, bu perde açıldığı anda ortaya bir insanın zarif alışkanlıklarını dışa vuran birkaç tuvalet eşyası ortaya çıkıyordu. Bu odada biri şömineye yakın iki kapı vardı. Kapılardan şömineye yakın olan vaaz odasına, kitaplığın yakınındaki kapı ise yemek odasına açılıyordu. Kitaplık; cam kapaklı, kitaplarla dolu, büyük bir dolaptı. İçinde hiçbir zaman ateş yanmayan mermer şöminenin ön tarafında, piskoposların eski lükslerinden sayılan altın suyuna batırılmış varaklı zincirler sarkıyor; iki tarafında bir çift demir ızgara duruyordu. Şöminenin baca kısmında ise yaldızları düşmüş, ahşap bir çerçeve içerisinde eski püskü bir kadife zemin üzerine sabitlenmiş, gümüşü çoktan aşınmış, demirden bir

Скачать книгу


<p>2</p>

Bir frangın yüzde birine karşılık gelen para birimi. (y.n.)