Скачать книгу

gelmez ancak benden laf çıkmaz.”

      Bu noktada Mr. Jackson bir kez daha herkese gülümsedi ve sol başparmağını burnunun ucuna yerleştirip sağ eliyle de hayalî bir kahve değirmeni işleterek o zamanlar çok moda olsa da şimdilerde pek bir anlamı olmayan “değirmenden geçirmek” adında çok zarif bir pandomim icra etmiş oldu.

      “Hayır, hayır, Mr. Pickwick.” dedi Jackson sonuç olarak. “Perker’ın ahbapları bizim bu mahkeme celplerini size verme sebebimizi tahmin etmek durumundalar. Eğer bunu başaramazlarsa mahkeme zamanına kadar beklemeleri gerekir çünkü o zaman her şey açığa çıkacaktır.” Mr. Pickwick beklenmedik misafirinin yüzüne büyük bir tiksintiyle baktı ve eğer Sam’in aniden içeri girişiyle lafı bölünmemiş olsaydı Dodson&Fogg’daki herkese lanet okurdu.

      “Samuel Weller?” dedi Jackson, sorgular biçimde.

      “Herhâlde senelerdir söylediğin tek doğru şey budur.” diye yanıtladı Sam, olabilecek en sakin tavırla.

      “Alın size bir mahkeme celbi, Mr. Weller.” dedi Jackson.

      “İngilizcesini de sen onun bana.” diye sorguladı Sam.

      “İşte belgenin aslı da bu.” dedi Jackson, açıklama istediğini reddederek.

      “Ney dedin?” dedi Sam.

      “Bu işte.” diye yanıtladı Jackson, kâğıt parçasını sallayarak.

      “Ah, aslı o mu hele?” dedi Sam. “Ah iyi ki aslını bana gösterdiniz çünkü bu tür şeyler çok heyecan vericidir, insanın omuzlarından yük alır.”

      “İşte burada da bir şilin paranız var.” dedi Jackson. “Dodson and Fogg’s ikramı.”

      “Beni tanımadıkları düşünülürse bu Dodson and Fogg çok nazikmiş. Üşenmeden bana hediyelik düşünmüşler.” dedi Sam. “Bunun büyük bir onur olduğunu düşünüyorum, efendim; bir yetenek gördüklerinde o yeteneği ödüllendirmeleri çok onur verici bir şey. Hem insanı durup dururken duygulandırıyorlar da.”

      Mr. Weller bunu söylerken bir yandan da içler acısı bir hâle bürünmüş oyuncuların yaptığı üzere sağ gözünü paltosunun koluyla ovaladı.

      Mr. Jackson, Sam’in davranışından dolayı epey şaşkına dönmüş görünüyordu ancak herkesin mahkeme celbini verdiği ve söyleyecek başka bir şeyi olmadığı için sırf laf olsun diye normalde elinde taşıdığı eldivenini taktı ve gidişatı haber vermek üzere bürosuna doğru yola koyuldu.

      Mr. Pickwick o gece çok az uyudu çünkü beyni ona sürekli olarak Mrs. Bardell davasını hatırlatıyordu.

      Ertesi sabah erken kahvaltı etti ve Sam’den Gray’s Hanı’na gitmekte kendisine eşlik etmesini istedi.

      “Sam!” dedi Mr. Pickwick, Cheapside’ı aştıktan sonra etrafına bakınarak.

      “Buyurun efendim.” dedi Sam efendisinin yanına giderek.

      “Nereye gidiyoruz?”

      “Yukarı Newgate Caddesi.”

      Mr. Pickwick hemen ardına dönmedi, bunun yerine Sam’in yüzüne birkaç dakika boyunca bomboş bakıp sonra derin bir iç çekti.

      “Sorun nedir, efendim?” diye sordu Sam.

      “Bu davanın, Sam…” dedi Mr. Pickwick. “Önümüzdeki ayın on dördünde gerçekleştirilmesi planlanıyor.”

      “Gerçekten de şaşırtıcı bir tesadüf, efendim.” diye yanıtladı Sam.

      “Neden şaşırtıcı olacakmış, Sam?” diye sordu Mr. Pickwick.

      “Sevgililer Günü efendim.” diye yanıtladı Sam. “Verilen sözün tutulmaması için yapılan dava için anlamlı bir gün.”

      Mr. Weller’ın gülümsemesi efendisinin yüzünde hiçbir neşe belirtisine sebep olmadı. Mr. Pickwick aniden arkasını dönüp yolu gösterdi.

      Mr. Pickwick derin düşüncelere bürünmüş hâlde ve Sam de yüzünde kıskanılası ve rahat bir nispet ifadesiyle tam arkasında olacak hâlde biraz yürümüşlerdi ki efendisine aklından geçen gizli düşünceleri açmak için dakika sayan Sam, Mr. Pickwick’in tam arkasında olana kadar adımlarını hızlandırdı ve yanından geçtikleri binayı gösterip:

      “Burası da çok güzel kasaptır, efendim.” dedi.

      “Evet, öyle görünüyor.” dedi Mr. Pickwick.

      “Ünlü bir sosis fabrikası.” dedi Sam.

      “Öyle mi?” dedi Mr. Pickwick.

      “Sahiden de!” diye tekrarladı Sam biraz içerleyerek. “Bana kalırsa öyle. Siz de az masum değilsiniz. Burası dört sene önce saygıdeğer bir tüccarın kaybolduğu yer.”

      “Adamın canına kıydılar mı demek istiyorsun Sam?” dedi Mr. Pickwick alelacele etrafına bakarak.

      “Hayır, öyle demek istemiyorum.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Keşke öyle demek istemiş olsam; bu çok daha kötüsü. O dükkânın efendisi ve dumanı hep tüten bir sosis makinesinin patentli mucidiymiş. Öyle bir şeymiş ki kaldırım taşını versen tazecik bebek gibi bir şey çıkarmış diğer uçtan. Bu makineyle çok gurur duyuyormuş, zaten öyle olması da doğal değil mi? Makinenin olduğu mahzene gider, tam hız çalışırken onu izler, sonra da kendi neşesinden aklını yitirecek noktaya gelirmiş. Bir yandan makinenin işleyişi bir yandan da iki küçük çocuğu, çok mutlu bir adammış ama o cadaloz karısı yok muymuş! Adamın peşini bırakmaz, sürekli kulağının dibinde dırdır edermiş. Adam artık dayanamamış, ‘Bana bak canım!’ demiş. Bir gün: ‘Bu saçmalığa son vermediğin takdirde, Amerika’ya gitmezsem bana da adam demesinler. İşte o kadar.’ demiş. ‘Boş konuşuyorsun.’ demiş kadın. ‘Amerika da alsın seni, tepe tepe kullansın.’ Bunu dedikten sonra adamın başını yarım saat yemiş, sonra dükkânın arkasındaki küçük salona gidip ‘Bu adam benim ölümüm olacak.’ diye bağırmaya ve nöbet geçirmeye başlamış. Nöbetler bildiğin üç saat sürmüştür, hem de her biri sadece çığlık ve tekmelerden oluşuyormuş. Neyse ertesi sabah bizim koca ortalıkta yokmuş. Kasadan kuruş almamış. Sırtındaki ceketi bile almamış hatta. O yüzden Merriker’e gitmediği epey açıkmış. Ertesi gün de gelmemiş, ertesi hafta da gelmemiş. Karısı ilan astırmış her yere, yeter ki dönsün her şeyi affederim diye (ki bu da ayıp bir şeymiş çünkü adamcağızın zaten günahı yokmuş); su kanallarını araştırmışlar ve sonrasında iki ay boyunca ne zaman bir ceset bulunsa hiçbir şey yokmuş gibi taşınmış, hoop bizim kasaba getirilmiş. Ama hiçbiri bizimki değilmiş, o yüzden herhâlde kaçtı demişler, kadın da işin başına geçmiş. Neyse bir cumartesi akşamı ufak tefek, zayıfcana bir adam kasaba gelmiş ve büyük bir heyecanla: ‘Bu dükkânın hanımı siz misiniz?’ demiş. ‘Evet benim.’ demiş kadın. ‘O zaman hanımefendi.’ demiş adam, ‘Size şunu söyleyeyim, ben ve ailemi öyle bedavaya boğamazsınız; üstüne üstlük hanımefendi, şunu söyleyeyim size bir de tamam hadi sosis için etin en iyi kısmını kullanmıyorsunuz anladık! Ama düğme de danadan ucuz diye bu kadar da düşülmez!’ ‘Düğme mi dediniz beyefendi!’ demiş kadın. ‘Evet, düğme dedim hanımefendi.’ demiş ufak, cılız adam elindeki kâğıt parçasını açıp içinden yirmi ya da otuz düğme parçası çıkararak. ‘Herhâlde pantolon düğmesi iyi lezzet veriyor sosislere hanımefendi.’ ‘Bunlar benim kocamın düğmeleri!’ demiş dul kadın, bayılmak üzereyken. ‘Ne?’ diye bağırmış yaşlı beyefendi bembeyaz kesilerek. ‘Şimdi anlıyorum.’ demiş dul. ‘Bir anlık delilikle kendini sosise çevirmiş!’ ” “İşte böyle olmuş efendim.” dedi Mr. Weller, Mr. Pickwick’in dehşet dolu yüzüne doğrudan bakarak. “Ya da artık makineye takılmış,

Скачать книгу