Скачать книгу

güneş olmasını!”

      Cem, tegafül gösterdi.23

      “Acayip…” dedi. “Nasrettin Hoca merhumun ‘Eski aylar, kırpıla kırpıla yıldız olur.’ dediğini duymuştuk ama ayın güneş olduğunu işitmemiştik. Bu, nice olur?”

      “Şimdi aysın sultanım, tahta geçtiğin gün güneş olacaksın..”

      Cem, içini çekti:

      “Bir ay da Amasya’da var, güneş olmayı bekliyor.”

      “O bekleyedursun. Biz doğacak güneşi bugünden kutlularız…”

      Eski mevzu yine tazelenmişti, hülyalar, şarap kuvvetiyle küstahlaşarak dillerde gelişigüzel dolaşıyordu. Kelimeler sarhoştu, fikirler yalpalıyordu. Fakat meclis şendi. Başıboş bırakılan ikbal hırsının ağızlarda şahlanmasından herkese neşe bulaşıyordu. Ara sıra remiller atılıyor, fallar açılıyordu. Kâğıtlara çizilen hatlar, eğri büğrü rakamlar ve fal için kullanılan baklalar, boncuklar da -meclisin zevkleşen ruhundan ilham alıyorlarmış gibi- hep iyi neticeler müjdeliyorlardı. Cem de nedimleri de muhiti unutmuşlardı, zamanı unutmuşlardı, benliklerini unutmuşlardı. Konya’dan İstanbul’a göçmüşler, saltanat mevkisine geçmişler gibi hayale kapılmışlardı. Biri bol keseden veriyordu, öbürleri çılgın bir tehalükle bu muhayyel bahşişleri kapışıyorlardı, benimsiyorlardı.

      Cem, tam çakırkeyif olunca şöyle bir gerindi.

      “Eh…” dedi. “Hayli çene çaldık, biraz da eğlenelim.”

      Lâlî, hayalin humarını24 birdenbire gideremediği için sayıkladı:

      “Ferman padişahımız efendimizindir!..”

      Cem, güldü ve memnuniyetini hazmetmeye çalışarak şaire hakikati ihtar etti:

      “Ay henüz güneş olmadı, gece bitip gün doğmadı. Sen vakitsiz ötüyorsun Uğursuz!

      O, mırıldandı:

      “Söyleyene bakma, söyletene bak. Lisanülhak, aklamülhak!..”

      “İyi ama sen halkın lisanı değilsin ki… Salt kendi düşünceni söylüyorsun.”

      “Halk, bir denizse şair onun dalgasıdır!”

      Şairlerden pek hoşlanmayan Gedik Nasuh, yanı başındaki Lala Yakup Bey’e fısıldadı:

      “Dalga geçiriyor, dalgalaşıyor!”

      O da aynı fısıltı ile cevap verdi:

      “Yazık ki efendimiz, onlara kıymet veriyor!”

      Beri taraftan Sadi, şehzadeye emrini hatırlattı:

      “Eğlenelim buyurmuştunuz, kimleri çağıralım?”

      “Hepsini, ne varsa hepsini!..”

      Biraz sonra meclis, curcuna içindeydi. Renk renk çengiler, çeşit çeşit sazlar, tel ve ayak gürültüsü şehzade sarayının bu ücra köşesini çılgınlar mahşerine çevirmişti. Bazen bir kadeh, hedefini şaşırarak yere dökülüyordu ve o vakit, birkaç çift dudağın halılara kapanarak nakışları yaladığı görülüyordu. Bazen elmas bir pırlangıç25 gibi fırıl fırıl dönen beyaz bir topuk, süzgün gözleri ardında sürüklüyor ve hayran ağızlarda “İmlik26 değil ilik!” demek isteyen sessiz iştiyaklar titriyordu.

      Cem de sarhoştu, lakin vakarını bozmuyordu, nedimlerinin derece derece harap oluşlarını, kendilerini kaybedişlerini seyrediyordu. Onun en büyük zevki adamlarını sarhoşlatmak, çıldırtmak ve sonra tek bir bakışla hepsini birden ayıltıvermekti. Şimdi saz ve raks arasında bu zevkini tatmin etmeye savaşıyordu.

      Yıkılmakta birinciliğe Kandi namzetti, bir rakkasın dönüşünü hayran hayran seyrederken başı dönmüştü, oturduğu yerde iki tarafa sallanıyordu. Bir aralık davrandı, var kuvvetini ayaklarına verip kalktı, elini kulağına koydu, ezan okur gibi ırladı:

      “Çalınır çengler, ayaklar karsılır,

      Raks urur rakkas, çardak sarsılır!”

      Beyit, Cem’in dedesi İkinci Murat’ındı ve Kandi bu beyiti okumakla şu çılgınlıkların Osmanoğulları’nda eskiden de mevcut olduğunu anlatmak istiyordu. Şehzade, bu nükteyi anlamadı, dedesinin ruhuna sarhoşça selam verildiğini sandı, herife bir kâse şarap daha sundurdu. Kadeh, yarıya kadar altınla doluydu. Lakin Kandi, bu ikramı gözüyle de göremedi, bir tarafa yanlamıştı, ımızganıyordu.

      Şehzade, onun zelzeleler geçirdiğini anlayınca Celal Bey’e seslendi:

      “Kandi’nin tutarı27 var, yatır da salyası neşemize bulaşmasın!..”

      Sonra kulağına eğilip başka bir emir verdi:

      “Lala, hâlâ dik duruyor. Sun suyu, yık kâfiri!”

      Celal Bey, sert bir adam olan Lala Yakup Bey’e sataşmaktan korkuyordu, özür diledi:

      “O da Nasuh Bey de iti28 kişilerdir. Olur ki itleşirler, beni dalarlar…”

      “Korkma, ben buradayım. Sırıtan dişi söker, koparırım. Hele sen yanaşa gör!”

      Celal Bey, biraz ötede beride dolaştıktan sonra Yakup Bey’in yanına geldi. Hâlbuki o, vaziyeti kavramıştı, şehzadenin emriyle kendisinin sarhoşlatılacağını anlıyordu, tavrını bozmadı, güler bir yüz takındı, fısıldadı:

      “Üzerime varma yoldaş, incinirsin!..”

      Uzaktan görenler, lalanın tatlı tatlı konuştuğunu sanırlardı. Onun taklit olunmaz bir hüneri, işte bu becerikliliği idi. Küfrederken, birinin kalbini ve haysiyetini kırarken âdeta gülümserdi, iltifat ediyormuş gibi bir çehre takınırdı. Şimdi de aynı maskeyi takınmıştı, şakalaşır gibi davranıp Celal Bey’i tehdit ediyordu.

      Bu tuhaf huylu lala ile askerî oyunlardan başka şeylere kıymet vermeyen Gedik Nasuh müstesna olmak üzere bütün meclis duman ve buhran içindeydi. Şarabın yarattığı bulutlar, hepsinin beynini karartmıştı. Sazla raksın sinirlere verdiği gerginlik ise bu sarhoş kütleye pek ağır buhranlar geçirtiyordu. Yıkılanlar bile o buhranların ağırlığından kurtulamıyorlardı, köpüklü ağızlarını çarpıta çarpıta topuk ve gerdan sayıklıyorlardı.

      Saat, bu curcuna içinde hayli ilerlemişti, gece yarısına az bir şey kalmıştı. Annesi Çiçek Hatun tarafından artık içeri gelmesi için gönderilen haberlere kulak asmayan Cem de yavaş yavaş sölpükleştiğini anlıyordu, eğlenceyi harem dairesinde tamamlamayı tasarlıyordu. İşte o sırada bir uşak geldi, Cem’in kulağına şu haberi fısıldadı:

      “Karamanlı Hacı Çelebi geldi, fermanınızı bekliyor!”

      Şehzadenin hayli süzgün görünen gözleri birdenbire sertleşti:

      “Hacı Çelebi beni görmek mi istiyor? Sapıtmış olmasın?”

      “…”

      “Gece yarısı ziyaret mi olur be herif! Bunu düşünüp de derviş gidisini kapı dışarı edemedin mi?”

      Uşak, manalı manalı, efendisine baktı, dudaklarını yine onun kulağına yaklaştırdı:

      “Mühim bir keşif varmış, efendime söyleyecekmiş!”

      “Pirinin emriyle geldiğini anlatmak istemiş. Fakat ben gece yarısı onun pirini de dinleyemem!”

      Bunu

Скачать книгу


<p>23</p>

Tegafül göstermek: Anlamazlıktan gelmek. (e.n.)

<p>24</p>

Humar: İçki veya uyku sersemliği. (e.n.)

<p>25</p>

Pırlangıç, eski Türkçede topaç demektir. Topaçla farkı, pırlangıçın yuvarlak olmayışıdır. Fırıl fırıl dönen her şeye pırlangıç denebilir. (y.n.)

<p>26</p>

İmlik, enenmiş erkek piliç. (y.n.)

<p>27</p>

Tutar, sara demektir. Bu kelimenin lehçemizde yer tutması lazımdır. (y.n.)

<p>28</p>

İti, sert ve keskin demektir. İti kılıç, iti bıçak, iti adam denilir. (y.n.)