ТОП просматриваемых книг сайта:
Kardeş Sesler 2014. Анонимный автор
Читать онлайн.Название Kardeş Sesler 2014
Год выпуска 0
isbn 978-625-6852-42-6
Автор произведения Анонимный автор
Издательство Elips Kitap
GEÇMİŞTEN GELEN HÜZÜN
Akşam yemeğimi yemiş, televizyonun karşısına geçmiş, haberleri izliyordum. “Baba bu kitabın içerisinden çiğdem kurusu çıktı” diyen kızımın sesiyle irkildim. Otuz yıl geriye gittim bir an. Güneşli bir Mart gününe;
Hayatımın baharını yaşadığım o yıllarda; yaptığım hataları affettirmek için üç beş günlük ömrü olan Çiğdem çiçeğinden medet ummuştum. Nasıl da heyecanla kırlara çıkmıştım. Baharda kanı kaynayan azgın bir at gibi sağa sola koşarak nasılda hızla toplamıştım çiğdemleri. Avazım çıktığı kadar bağıra bağıra sevda türküleri söylemiştim. Nefes alıp dinlenmem için bir çeşme başına oturmuş, hayalimde; dizime yatırdığım sevgilimin saçlarını parmaklarımla taramıştım. Sonra bana bakıp tatlı tatlı gülümserken çiğdem çiçeklerinden yaptığım tacı takmıştım alnına, Yeşil, Mor, Sarı, Siyah Beyaz, Mavi ne güzelde uyum sağlamıştı kırlarda.
Fakülteye başladığımız ilk günlerde tanımıştım onu. Alnına taktığı bir taçla omuzlarına dökülen siyah saçlarının yüzünü kapatmasını önleyerek, bütün güzelliğinin gün ışığına çıkmasını sağlardı. Bir de sürekli gülerdi. Gülmeleri çekmişti dikkatimi ilk olarak, sonra sade giyinişi, abartısız makyajı, yüzünden okunan saflığı onu diğerlerinden ayırıyordu. İlk dersten beri, hep önümdeki sırada otururdu. Bense onu izlerdim. Hiçbir hareketini kaçırmazdım. Derste çok güzel notlar tutardı. Tuttuğu notları istememle başlamıştı ilk konuşmamız. Sonra kütüphanede ders çalışmalar. Kızılay’da gezmeler, Sakarya’daki barlarda küçük kaçamaklar. Menekşe’de sinema günleri…
Adı konulmamış arkadaşlığımız vardı, ikimiz de yüreğimizde bir şeylerin olduğunu hissediyorduk. Bunlar sözlere dökülmüyordu belki ama gönülden kopan duyguları gözlerimiz anında birbirine yetiştiriyor, gerçeği haykırıyorlardı.
Bir gün öğle yemeğine davet etmişti beni. Nedendir bilinmez içimden hayır demek gelmişti. “Ben aç değilim, iştahım yok, sen git istersen” dedim. Aradan geçen çok kısa bir süre sonra lokantaya gittiğimde tam karşımdaki masada oturmuş bana bakıyordu. Utandım. Bir şey söyleyemedim. Sonraki günlerde onu her gördüğümde görmezden gelmeye başladım. Kaçtım ondan uzun süre.
Kaçışıma bir anlam veremiyor, konuşmak için her çareye başvuruyordu. Ama nafile kutuplardaki bir buz kütlesi olup çıkmıştım. Beni görünce gözleri buğulanıyordu bazen. Bazense yüzünde yaz gülleri açıyordu ama nafile. Konuşmak için yanıma gelen arkadaşlarına da yüz vermiyordum. Zamanla uzaklaşmaya başlamıştı benden…
Sevmekten ve aşık olmaktan korkmuştum! Nasıl severdim! Okuluma devam edebilmek için akşamları simit satıyordum. Cumartesi, Pazar ise pazarcılık yaparak okuyordum. O şehrin en lüks semtinde tiyatro, bale ve operalarla büyümüştü. Bense elinde değnek kuzu çobanlığı yapmıştım. O bakımlı bahçelerde bülbül sesleri arasında büyümüştü. Naif bir ruhu vardı. Bense atmacaların serçeleri yakalamasını seyretmekten zevk alırdım. Hatta bazen sapanımla serçe, güvercin vurduğum bile olurdu. Zor doğa koşulları ruhumu da kabalaştırmış, katılaştırmıştı. Naiflik ne gezerdi bende. Nasıl anlaşabilirdi ki dağların dikeni, bağların gülüyle. En iyisi kaçmaktı. Ben de kaçıyordum. Kendimden kaçıyordum aslında. Okulu bitirmem lazımdı. Ya ona kapılırsam, ya bitiremezsem okulu. Acı ve ıstıraplı günlerdi o günler. Bazen kendimle çelişip okulun içerisinde seni seviyorum diye bağırmak, haykırmak istiyordum. Onu göremediğim anlar kendimden geçiyordum. Her şey anlamını yitiriyordu. Sonra kendi gerçeğimle yüz yüze gelip susuyordum. Zor günlerdi o günler…
Bahar; kendini göstermeye başladığı mart ayında bütün canlılar gibi insanın kanına da bir iksir aşılıyor olmalıydı. Aramızdaki bütün farklar gitmiş, uçurumlar düz ova olmuştu benim için. Ona olan aşkım her geçen gün daha da artıyordu. Kahvaltıda çorbam, Ders çalışırken kitabım, gezerken gölgem, uyurken rüyam, Tanrıya yakarırken duam oluvermişti. Yok yok onsuz yapamazdım. Artık ona söylemeliydim sevdiğimi.
Kır çiçeklerine düşkünlüğünü biliyordum. Çiğdeme ayrı bir sevgisi vardı. En iyisi sevgimi bu kır çiçeği ile ifade etmeliydim. İçerisine duygularımı da katarak, beyaz mor ve sarı çiğdemden oluşan bir buket hazırlamıştım.
Ertesi günü büyük bir neşe içerisinde okula gittim. Bütün gün gözlerim onu aradı ama göremedim. Son derse gelmişti. “Oh be onu derste görmek ne büyük mutluluktu!” Ders çıkışında hemen ardından koştum. Bir de ne göreyim? En yakın arkadaşımın kolundaydı!
Beni otuz yıl öncesinden tekrar evime döndüren, yüzündeki anlamlı tebessümle “Daldın yine kerata” diyen kızımın sesiydi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 31.03.2014)
BUDAPEŞTE SEYAHATİ
Uçağımız Budapeşte hava alına inerken tatlı bir heyecan vardı bende. Budapeşte’ye ilk defa geliyordum. Methini çok duymuştum, bu şehrin. Bakalım beni memnun edecek mi? Aynı zamanda tatlı bir telaş ve merak içinde olduğumu da söylemeliyim.
Ahmet Haşim’in Fransa’ya seyahati öncesinde duyduğu pişmanlığı duymuyordum doğrusu “Aslında gidilecek yeri önceden belli, görülecek şeyleri herkesçe bilinen, çiğnenmiş öz suyu alınmış, posa haline gelmiş bu Avrupa seyahatine niye çıktığımı, vapur Galata rıhtımından hareket ederken bile bilmiyordum. Durup dururken sevgili adetlerimden, kitaplarımdan, dostlarımdan, yatağımdan, geceliğimden, terliklerimden, ayrılıp bir deniz seferinin zoraki tanışmalarına, alışılmamış yemeklerine, iç sıkıntılarına, rahatsızlıklarına, endişelerine, bile bile kendini katlandırmak… İstanbul’un bu altın rengindeki tatlı sonbahar sabahında, Lotüs vapuru rıhtımdan ayrılırken içim sebepsiz bir seyahatin pişmanlığıyla şiddetle dargın ve gergindi.”diyordu Haşim. Bense Haşim’in aksine mutlu ve heyecanlıydım. Çocukluğumda büyüklerimden dinlediğim o efsane şehirde bulunmak beni ziyadesiyle mutlu ediyordu.
Az mı dinlemiştim Tuna Türkülerini dedemden;
“Tuna nehri akmam diyor
Kenarımı yıkmam diyor
Ünü büyük Osman Paşa
Pilevne’den çıkmam diyor
Düşman Tuna’yı atladı
Karakolları yokladı
…”
Dilimden bu türkü hiç düşmüyor.
Kralı kim bilmem ama işte Tuna’nın kraliçesi Budapeşte’deyim. Hava alanından şehre varıp otelimize yerleştiğimizde rehberimiz küçük bir şehir turu önerdi. Şehirde ilk gözüme ilişen Arnavut kaldırımlarıydı. Budapeşte’ye ayrı bir hava katmıştı. Şehrin temizliği dikkate değer ayrı bir özelliğiydi. Ya mimarisi büyülemişti beni.
Dünyanın neresinde güzel mimarisi olan bina varsa bu şehirde tıpkısı yapılmıştı, şehrin dokusu bozulmadan. Bu güzellik karşısında gördüğüm bütün binaların resmini çekmeye başlamıştım. Çekiyorum, çekiyorum, bir daha çekiyorum ama bitmiyor ki.
Kim bilir Mavi Tuna ne kadar güzeldi! Aklımda hep o vardı. Hösök Fala (Kahramanlar Duvarı), Hösök Ter (Kahramanlar Meydanı), Rahip Gelert Tepesi her biri ayrı bir güzellikti. Tarihlerini genç nesillere ne güzelde anlatmışlardı görsel olarak kahramanlar meydanında. En başta Gabriyel (Cebrail) baş melek, sonra muhteşem atların sırtında Arpad Hanedanı, yanlarında Macar soylular, arkasındaki revaklarda Macar kahramanlarının heykelleri ve kahramanlıklarını gösteren