ТОП просматриваемых книг сайта:
Dünya'nın İki Yüzü. Mebruh Mirtoski
Читать онлайн.Название Dünya'nın İki Yüzü
Год выпуска 0
isbn 978-625-6853-85-0
Автор произведения Mebruh Mirtoski
Издательство Elips Kitap
Kardeşlerimin cansız bedenlerini taşımak için gereken bütün evraklarla formaliteleri bitirdikten sonra, karım odaya çağırdı. Derin bir soluk aldı. Bir bardak su ve iki hap uzatıp yanıma oturdu.
– Lütfen güçlü olmaya çalış ve her şeyin Allahıtan geldiğini kabul et, dedi.
– Babam ile Annem öldü, değil mi?
– Öyle olsaydı, inan çok daha kolay olurdu. Gençler dedi. Kardeşlerin…
– İkisi de mi? Sorup kılıçla yarı yarıya kesilmiş gibi yatağa düştüm.
– Maalesef ikisi de. Bunu bilmek zorundasın, dedi.
Elimden tutup, kolonyayı uzattı. Bir bardak şerbet verdi.
– Birazcık dinlen. Sonra her şeyi anlatacağım diye söz verdi.
Bakkala, bakkalın sahibi Şerefsiz gelmeseydi, ben hala geçmişimin o gününü yaşıyor olacaktım.
– Nasılsın birader? Haberler nasıl? Bir şeye ihtiyacın var mı? Şehre bazı işleri bitirmeye gideceğim.
– Hayır, teşekkürler, sadece sigortamı ödemeyi unutmazsanız sevinirim.
– Tamamdır, dedi. Sağlıcakla kal. Bir şeye ihtiyacın olursa telefondan bana ulaşabilirsin.
– İyi günler efendim.
Masaya yüz denar bırakıp telefon numarasını söyledi, ben de kontör yükleme makinesine girip isteğini yerine getirdim. Nuki teşekkür edip gitti. Bazı müşteriler son derece anlayışsızdı, fakat ben hizmet etmek zorundaydım. Saat 16.00 civarında Şerefsiz geri döndü. Bu sefer sabahki halinden eser kalmamıştı. Ben yine de her gün, işten ayrıldığımda, dükkânı sabah bulduğumdan çok daha iyi bir durumda bırakıyordum. Selamlaştık, bu iş günümü de böylece bitirerek eve gittim.
Günün yoğunluğunu atmak üzere uzanmış dinlenirken elinde iki fincan kahveyle yanıma karım geldi. Kahvelerimizi içtikten sonra yemeğe davet etti. Yemekte güzel konular üzerinde güzel sohbetler ettik. İkindi namazına hazırlanıp evden ayrıldım. Yeni Umut derneğinin kütüphanesinde güzel bir kitap seçip bir bardak çay eşliğinde okumaya koyuldum. Derneğin kütüphanesini kardeşim Muhbir işletiyordu. Yanıma geldi, konuşmaya başladık.
– Zor günler içeren, acı geçmişimizi bazen hatırlıyor musun Muhbir’im, dedim.
– Unutmak ne mümkün be abiciğim, diye karşılık verdi.
Diğer masada oturan cami imamı Hüseyin hoca seslendi. Sohbete onunla devam ettik. Kardeşim diğer müşterilerle ilgilenmek zorundaydı.
Dört gün sonra bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Yavuz ile birlikte birkaç yakın akrabamız Üsküp Hava alanına gidip ailemizi ve getirdikleri iki gencecik kardeşimin cansız bedenlerini saklayan iki tabutu karşıladık. Eve taziyeye gelen misafirler sığmıyordu artık. Bazıları avluda sandalye, oturak ne bulduysa ona oturuyorlardı. Yaşlı gözler, acı çığlıklar duyulmaya başladı. Saat 16.00 civarında eve vardık. İnsanlar kapı, pencere demeden dışarı çıkmaya başladı. Babamın kuzeni psikolog Hazar sakinleştiricilerle durumu kontrol altında tutmaya çabalıyordu. Bir kutu dolusu ilaç almıştım, fakat hiçbir yararı olmadı. Tabutları boş odaya soktular, başlarına birer demet gül diktiler. Babamla annem sanki canlı insan değil de odun parçasıydı. Yusuf’un dul kalan genç karısı limon sarısıydı. Sessiz kız kardeşim titrek halinde kucağında yetim Ömer’i taşıyordu. Hocalar teselli etmek, sakinleştirmek için çalışıyorlar, dua ediyorlardı. Kimsede dayanacak hal kalmamıştı. Ölen kardeşlerimin başından ayrılmıyor, hatıraları kurcalıyordum. Ne kadar acı, ne kadar tüyler ürperticiydi. Akıl almazdı. Tarif edilemezdi. Dört aylık bir bebeğin baba sevgisi hissetmeden, baba sesi duymadan büyümesini düşünmek bitiriyordu beni. Kardeşim ilk çocuğunun ilk adımını, ilk dişini görmeden, ilk kelimesini duyamadan ayrıldı bu dünyadan. Ahlar tühler duyuluyordu dört bir yandan. Sanki yıldırımla vurulmuş gibiydim. Ertesi gün son yolculuğa uğurlamak üzere her şey hazırdı. Bir sürü insan babam ve anneme başsağlığı diliyordu. Bütün bunları bitirdikten sonra, önde hocalarla yürümeye başladık. Ne zor bir yürüyüş. Mezarlığa vardığımızda iki tabutu bırakıp vefat eden kardeşlerimle helalleşip cenazelerin namazı kıldık. Sonra yeni kazılmış iki mezarın yanına geldik. Önce Yusuf’u, yanına da Bilali koyarak ikisini de son yolculuklarına uğurladık. Herkes siyahlar içindeydi; sadece dışlarıyla değil içleriyle de siyaha boyanmışlardı. Her yer, her şey kapkaraydı. Dualar edip, Yasin okuduk. Uzun bir süre mezar başında kaldık. Ayrılmak istemiyorduk. Kadere isyan ediyorduk, kabullenemiyorduk. Son kuvvetimizi kollanarak acılarla dolu evimize döndük. Annem sürekli ağıtlar söylüyordu.
– Canlarım! Oğullarım! Dünya yakışıklılarım. Toprak altında mı çürüyecek güzelim gençliğiniz? Bilal’im, bir dediğimi iki etmedin, oysa arkanda bir mezar taşı mı bırakıyorsun be oğlum. Ya sen Yusuf’um güzel karını beyaz gelinliğiyle mi bırakıyorsun? Ömer’i koklamadan mı bırakıyorsun? Oğullarım içimi yaktınız.
– Sus! Sakin olmaya çalış. Kalan çocuklarımıza sahip çıkmak zorundayız biz, bu acıya katlanmalıyız. Taş bas bağrına. Kalan çocuklarımıza moral olacağız biz. Hayatlarına devam etmelerine yardım edeceğiz.
Yakınlarımızdan biri böyle seslenmişti.
Acı günler geçmek bilmiyordu. Her gün bir şeyler onları hatırlatmaya devam ediyordu. On beş sene acı hatırlamalarla geçti. Hüzünlü zamanlarımda duygularımı gözyaşlarımla birlikte kağıtlara döküyordum.
Dur, gelme acele
Gel diye gitme ecele
Yavaş git, önündeki engeli it.
Kaos, tıkanıklık,
belirsizlik…
Düşlerinde dengesizlik.
Orada
Dur, dikkat, tehlike
İşaretleri bulunmamakta.
Prestij, zafer,
Başarıdır
Kurcalayan hayallerini.
Durup, çıkıyorsun
Küçültüp herkesi
Gurur gösteriyorsun.
Hukuk,
Kuvvet ve güç
Senin elinde sanıyorsun.
Ayaklarının altında
Siyah limuzin
Kollarında azametli bir bayan.
Altın düğmeli
Telefonların
Pahalı elbiselerin, senin her şeyin
Villalarda yaşayan
Sen ve karın,
Büyük olduğunuzu sanın.
Restoranlara