Скачать книгу

hak ettiği bir ödül niteliğindeydi hem de onu, önem ve sorumluluk açısından daha büyük vazifelere taşıyacak bir basamaktı. Fakat diğer yandan da İngiliz asilzadelerinden Alice Rutherford ile evleneli henüz üç ay olmuştu ve bu narin genç kızı tropik Afrika’nın tehlikeli ve ıssız topraklarına götürme düşüncesi onu korkutuyordu.

      Genç kızın hatırına bu görevi geri çevirmeye hazırdı ama o bunu kabul etmedi. Aksine, görevi kabul etmesi ve onu da yanında götürmesi için ısrar etti.

      Tabii ki anneler, kardeşler, teyzeler, halalar ve kuzenler bu konu üzerine çeşitli fikirlerini beyan etmekten geri durmadılar. Hepsi tek tek ne tavsiye vermişti; orasını tarih yazmamış.

      Tek bildiğimiz şu ki: 1888 yılının aydınlık bir Mayıs sabahında, Greystoke Lordu John ile Leydi Alice, yelkenli gemiyle Dover’dan Afrika’ya doğru yola çıktılar.

      Bir ay sonra Freetown’a varıp oradan, onları nihai varış yerlerine taşıyacak olan Fuwalda adındaki küçük yelkenli gemiyi kiraladılar.

      İşte tam orada Greystoke Lordu John ile eşi Leydi Alice; gözden kaybolup bilinmezlikte yitip gittiler.

      Freetown Limanı’ndan demir alıp ayrıldıktan iki ay sonra, yarım düzine kadar İngiliz savaş gemisi; onların izini bulmak amacıyla Güney Atlantik’i taramaya başladı ve çok geçmeden küçük geminin enkazı, St. Helena kıyılarında bulundu. Bu da dünyayı, Fuwalda’nın tüm yolcularıyla birlikte battığına ikna etmeye yetti ve böylece arama çalışmaları başladığı gibi durduruldu. Fakat onları özleyenlerin yüreğindeki umut ışığı yıllarca sönmedi.

      Yaklaşık yüz tonluk bir barkentin olan Fuwalda, Atlantik Okyanusu’nun uzak güneyinde sıkça görülen türden bir kıyı gemisiydi. Bu tür gemilerin mürettebatı, denizin çer çöpünden; yani asılmaktan kurtulmuş, her ırk ve milletten katil ve haydutlardan oluşurdu.

      Fuwalda da istisna değildi. Zabitleri, hem mürettebattan nefret eden hem de mürettebatın nefret ettiği, yanık tenli zorbalardı. Kaptan, her ne kadar işinin ehli bir deniz adamı olsa da adamlarına uyguladığı muamele açısından gaddardı. Onları idare etmekte bildiği ya da en azından kullandığı, yalnızca iki yöntem vardı: bağlama direği ve tabanca. İşe aldığı bu soytarı topluluğu da başka bir şeyden anlayacak gibi değildi zaten.

      Freetown’dan ayrılışın ikinci gününde John Clayton ve genç karısı, Fuwalda’nın güvertesinde öyle sahnelere tanık olmuşlardı ki böyle şeylerin yalnızca deniz hikâyeleri anlatan kitapların kapaklarında resmedildiğini zannederlerdi.

      İkinci günün sabahında, olaylar zincirinin ilk halkası dövülecek; o vakitte henüz doğmamış olan birinin, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş yaşam öyküsünü başlatacaktı.

      İki denizci Fuwalda’nın güvertelerini yıkamakla meşgullerdi; birinci güverte zabiti dümeni devralmış, kaptan ise John Clayton ve Leydi Alice ile konuşmak üzere ara vermişti.

      Denizciler, geri geri giderek güverteyi silerken sırtları onlara dönük şekilde konuşmakta olan üçlüye doğru yaklaşıyorlardı. Yaklaştılar, yaklaştılar ve nihayetinde bir tanesi kaptanın hemen dibine kadar geldi. Başka bir zamanda, adam oradan geçip gidebilir; bu tuhaf hikâye hiç yaşanmamış olabilirdi.

      Ancak tam o sırada kaptan, Greystoke Lordu ve Leydisi’nin yanından ayrılmak üzere arkasına dönerken yerleri silmekte olan denizciye takılıp güverteye yüzükoyun serildi ve serilirken de su kovasını devirince üstü başı pis suyla sırılsıklam oldu.

      Bir an için sahne oldukça gülünçtü ama yalnızca bir an için. Yüzü utançtan ve öfkeden kıpkırmızı olan kaptan, ağız dolusu korkunç küfürler ederek yeniden ayağa kalktı ve dehşet verici bir yumrukla denizciyi güverteye serdi.

      Adam ufak tefek ve görece yaşlıydı, bu da kaptanın eyleminin gaddarlığını artırıyordu. Fakat diğer denizci ne yaşlıydı ne de ufak tefek; hırpani kara bıyıkları ve heybetli omuzları arasında bir boğanınkini andıran kalın boynu ile ayı gibi bir adamdı.

      Arkadaşının yere düştüğünü gördüğünde çömeldi ve boğuk bir hırlama eşliğinde kaptanın üzerine atlayıp tek bir kuvvetli yumrukla onu dizlerinin üzerine düşürdü.

      Kaptanın yüzü kırmızıyken solup kireç gibi oldu çünkü bu bir isyandı amansız kariyeri boyunca daha önce de isyanlarla karşılaşmış ve onları bastırmıştı. Ayağa kalkmayı bile beklemeden cebinden tabancasını çıkardı ve doğrudan, önünde dağ gibi dikilen kas yığını adama ateş etti. Ama kaptan ne kadar hızlıysa John Clayton da en az onun kadar hızlı davranmış ve güneşin ışığı altında parlayan tabancayı görür görmez kaptanın koluna vurup aşağı indirmiş; böylece denizcinin kalbine nişan alınan kurşun, kalbi yerine bacağına saplanmıştı.

      Clayton ve kaptan arasında bir ağız dalaşı yaşanırken Clayton, kaptanın mürettebata karşı sergilediği gaddarlıktan tiksindiğini ve kendisi ile Leydi Greystoke teknede yolcu oldukları sürece bir daha böyle bir şeye göz yummayacağını açıkça belirtti.

      Kaptan, öfkeyle karşılık vermek üzereyken fikrini değiştirip arkasına döndüğü gibi suratı mosmor ve kaşları çatık bir hâlde hızla yürüyüp uzaklaştı.

      Bir İngiliz subayını düşman edinmek istemezdi çünkü Kraliçe’nin güçlü ellerinde, her yere ulaşan İngiliz donanması gibi hem takdir ettiği hem de korktuğu bir cezalandırma aracı bulunduğunu bilirdi.

      Yaşlı adam ayağa kalkıp yaralı yoldaşının da kalkmasına yardım etti. Dostları arasında Kara Michael adıyla bilinen iri adam, bacağını dikkatle yokladı ve ağırlığını taşıyabildiğini görünce Clayton’a dönüp kaba bir sesle teşekkür etti.

      Adamın ses tonu sert olsa da sözlerinin iyi niyetli olduğu aşikârdı. Kısa konuşmasını bitirir bitirmez sohbetin daha fazla uzamasını istemediğini belli ederek arkasına dönüp topallaya topallaya baş kasaraya doğru gitti.

      Sonraki birkaç gün onu tekrar görmediler. Kaptan ise konuşmak mecburiyetinde kaldığı zamanlardaki huysuzca homurdanması haricinde onlarla ilgilenmedi.

      Yemeklerini, bu talihsiz olayın öncesinde olduğu gibi kaptanın kabininde yemeye devam ediyorlardı ancak kaptan, yemek saati onlarınkiyle aynı zamana denk gelmesin diye işlerini dikkatlice ayarlıyordu.

      Diğer zabitler, zorbalık yaptıkları adi mürettebattan hallice olsalar da kaba saba, cahil adamlardı; kibar İngiliz asilzadesi ve onun eşiyle muaşeretten kaçınmak işlerine gelmişti. Böylece, Claytonlar kendi başlarına kalmıştı.

      Bu, onların da tercih ettiği bir durumdu ancak aynı zamanda küçük gemideki hayattan soyutlanmalarına neden olmuştu; bu nedenle de çok yakında kanlı bir trajediyle sonuçlanacak olan günlük olaylardan bihaberdiler.

      Tüm gemiyi; bir felaketin yaklaştığı hissi veren, tarifi imkânsız bir hava sarmıştı. Dışarıdan bakıldığında, Claytonların bildiği kadarıyla, küçük gemide her şey olağan bir şekilde devam ediyordu ama onları meçhul bir tehlikeye doğru sürükleyen bir ters akıntı vardı ki ikisi de hissettiği hâlde, birbirlerine bundan bahsetmiyorlardı.

      Kara Michael’ın yaralanmasından sonraki ikinci gün, Clayton güverteye çıktığında dört denizcinin başka bir arkadaşlarının hareketsiz bedenini aşağıya taşımakta olduklarını; güverte zabitinin ise bir kenarda durmuş, elinde ağır bir bağlama demiri olduğu hâlde asık suratlı denizcilere dik dik baktığını gördü.

      Clayton hiçbir şey sormadı; sormasına da gerek yoktu zaten. Sonraki gün, ufukta bir İngiliz savaş gemisinin suyun üzerinde bıraktığı devasa izler görününce kendisinin ve Leydi Alice’in o gemiye bindirilmesini

Скачать книгу