Скачать книгу

gelmesi yakın demektir.”

      Fikir o kadar inandırıcıydı ki Pavka’yla Klimka tereddütsüz kabul ettiler. Hâlâ oturmuş bu olayı konuşuyorlardı ki bir nal sesinin uğultusu kapladı ortalığı ve çocuklar gene çit tarafına koştular. Küçük korudan, orman bekçisinin evinin ardından dolanarak, adamlar ve yük arabaları geliyordu. On beş kadar süvari vardı önlerinde. Tüfeklerini eyerlerin üzerine enlemesine koymuşlardı. En başta, birisi oldukça yaşlı olmak üzere iki adam görünüyordu. İkincisi, üç arkadaşın biraz önce tanıdığı gözcüydü. Yaşlısı bir yağmurluk giymişti, kuşak yerine de kayış takmıştı. Asker ceketinin üzerinde kızıl bir şerit göze çarpıyordu ve bir dürbün süslemekteydi göğsünü.

      Serejka bir zafer kazanmış gibi dirsekledi Pavka’yı. “Ne demiştim ben demin size? Kızıl şeridi görüyorsun değil mi? Partizanlar işte! Aldanıyorsam iki gözüm aksın, bal gibi partizan bunlar!”

      Anlaşılmaz bir sevinç çığlığı, yani bir kazak çığlığı atarak çiti aştı ve göz açıp kapayıncaya kadar sokağa ulaştı. Arkadaşları da hemen arkasından yetişmişlerdi. Üçü bir arada, yolun kıyısında durup gelenleri seyretmeye koyuldular. Süvariler yaklaşıyordu. Onları tanıyan gözcü, bir baş hareketiyle bunu belirttikten sonra kamçısını Lehtinski’nin konağına doğru uzatıp sordu: “Kimin bu ev?”

      “Avukat Lehtinski’nin.” diye cevap verdi Pavka, yetişebilmek için atın yanında seğirterek, “Çoluk çocuğunu toplayıp kaçtı dün akşam. Sizden ürkmüş olmalı.”

      İki atlıdan yaşlı olanı gülümsedi: “Nereden biliyorsun kim olduğumuzu bizim?”

      Kızıl kokarda baktı Pavka. “Ya bu ne peki?” dedi, “Kör müyüm ben!”

      Şehir sakinleri sokağı doldurmuş, askerleri merak içinde seyrediyorlardı. Üç arkadaş da kaldırımın kenarında, kalabalığın itiş kakışına aldırış etmeksizin kızıl muhafızlara bakmaktaydılar. Toz içinde kalmış olan askerlerin yüzünde bir bıkkınlık okunuyordu. Birliğin elindeki tek top bir gök gürültüsü içinde uzaklaşıp mitralyöz arabaları da geçtikten sonra üç kafadar gene de onları izlemekten caymadılar. Nihayet şehrin merkezine ulaşan birlik konaklamaya karar verince evlerine döndüler.

***

      Akşamleyin, kızılların kurmayı tarafından karargâh olarak seçilmiş bulunan Lehtinski’nin konağının büyük salonunda, güzel, oymalı bir ahşap masanın etrafında dört adam oturmuştu. Bunlar, askerî şûranın üç üyesiyle birliğin kumandanı Bulgakof yoldaştı.

      Bulgakof, masanın üzerine yayılı bir bölge haritasında parmağını gezdirerek bazı hatları tırnağıyla çizip işaretliyor, bir yandan da karşısında oturan kocaman dişli, iri çeneli kişiyle konuşuyordu: “Ermaçenko yoldaş, demek sence hemen burada savaşa tutuşmamız lazım? Oysa ben yarın sabah da geri çekilmeye devam edelim diyorum. Hatta geceleyin yola çıkabilsek daha da iyi olurdu ama çocukların adım atacak hâli yok. Bu durumda yapılması gereken, Almanlar oraya ulaşmadan önce Kazatin’i tutmaktır. Elimizdeki kuvvetle direnmeye kalkmak gülünç bir iddia olur. Topu topu bir topla otuz mermi, iki yüz süngüyle altmış kılıç var elimizde… Karşımızdakilerin çok daha üstün olduğunu kendin söyledin. Gerçekten de önünde durulmaz bir biçimde, çığ gibi ilerliyor Almanlar. Hiç şüphesiz ki savaşacağız ama tıpkı bizim gibi geriye çekilmekte olan kızıl birliklere ulaştıktan sonra savaşalım diyorum. Bir de şu nokta var yoldaşlar. Bizim tek düşmanımız Almanlar değil, yolumuz üzerinde kol gezen karşı-devrimci haydutları da unutmayalım. Fikrim şu: Sabahleyin şafakla birlikte garın arkasındaki küçük köprüyü havaya uçurduktan sonra şehri terk etmek. O köprünün tamiri, Almanların iki gününü rahat alır. Böylece onların ilerleyişini biraz da olsa geciktirebiliriz. Ne dersiniz yoldaşlar? Karara varalım.”

      Yanında oturan Strujkof, belli belirsiz geviş getirerek, bir haritaya, bir kumandana baktı ve güçlükle konuştu: “B… Be… Ben… Bu… Bu… Bulgakof’un fikrindeyim.”

      Hazır bulunanların en genci ve bir işçi gömleği giymiş olan kişi de aynı görüşteydi: “Bence de Bulgakof haklı yoldaşlar.”

      Tek başına kalan Ermaçenko -gündüz Pavka ve arkadaşlarıyla tanışmış olan süvariydi bu- öfkeyle başını salladı. “O zaman bu birliği kurmuş olmak neye yarar, söyleyin Tanrı aşkına! Topraklarımızı kavga dövüşsüz Almanlara teslim etmek için mi kurduk biz bu birliği? Ben savaşa girişmek gerekir derim. Gerilemekten bıktı insanlar. Bana kalırsa bir adım daha geri gitmeden burada savaşmalıyız.”

      İskemlesini sert bir hareketle iterek doğruldu ve sinirli adımlarla salonu arşınlamaya başladı. Hafiften alaycı bir bakışla onu seyrediyordu Bulgakof. “Öyle gelişigüzel bir şekilde dövüşe girilmez ki Ermaçenko. Elimizdeki insanları apaçık bir bozgunun ortasına itip de yok ettiremeyiz. Ayrıca toplu tanklı koca bir alay var bizim ardımızda, gülünç oluruz! Çocukluğu bırak Ermaçenko yoldaş! Demek kararımız, yarın sabah yola çıkmak.”

      Kumandan devam etti: “Bir nokta daha var yoldaşlar, o da irtibat meselesi. Geri çekilen son birlik biz olduğumuza göre cephe gerisindeki işleri organize etmek de bize düşer. Burası, demir yolu kavşağı olmak bakımından büyük önem taşıyor. Burada kalıp işi düzenleyecek, güvenilir bir yoldaş bulmamız lazım. Bizlerden biri olmalı bu, her şeye nezaret etmeli. Aday teklif edin.”

      Ermaçenko masaya yaklaşmıştı. “Denizci Çukray bu iş için biçilmiş kaftan.” dedi, “Bir kere buranın yerlisi. İkinci olarak da tesviyeci ve montördür. Santralde rahatlıkla bir iş bulabilir kendine. Üstelik de Fedor’un bizlerden olduğunu kimse bilmiyor çünkü onu görmediler. Zaten kendisi ancak bu gece gelmiş olacak. Kafası işleyen bir çocuktur, göreceksiniz, durumu hemen düzenleyecektir. Bence ondan iyisini bulamayız.”

      Bulgakof bir baş hareketiyle tasdik etti: “Bence tamam. Bir itirazınız var mı yoldaşlar? Yok!.. Öyleyse bu iş halloldu demektir. Buradaki çalışmaları Çukray düzenleyecektir. Kendisine gerekli şeyleri bırakacağız. Şimdi gündemdeki üçüncü ve son meseleye gelelim. Şehir deposundaki silahlar ne olacak? Koca bir tüfek stoku var depoda. Çar savaşlarından kalma aşağı yukarı yirmi bin kadar parça var. Bir çiftçinin hangarına yığmışlar, sonra da unutmuşlar, kimse bilmiyor. Hangarın sahibi haberdar etti beni, kurtulmak istiyormuş. Tabii Almanlara hediye edecek değiliz bu silahları. Bence yakalım. Hem de derhâl ateşe verelim ki şafak sökünceye kadar bitmiş olsun bu iş. Yalnız dikkatli olmalıyız, çünkü tehlike var. Silahların yığılı bulunduğu baraka, şehrin kenarındaki fakir mahallenin tam göbeğinde. Yangının etrafa sıçrama tehlikesi var.”

      Strujkof’un uzun zamandır tıraş görmemiş ve bir kirpiyi andıran yüzü birdenbire dalgalandı: “Ne… Neden ya… Ya… Yakacakmışız sanki? Be… Be… Bence a… a… a… ha… ha… liye dağıtmak da… da… da… ha iyi.”

      Bulgakof aniden ona dönmüştü. “Yani silahları ahaliye dağıtalım diyorsun?”

      Sevinçle haykırdı Ermaçenko: “Bu doğru işte, çok doğru! İşçilere, ahaliye, herkese vermeliyiz silahları, isteyen alsın! Harika bir fikir diye buna derler! Almanlar kendilerini sıkıştırmaya kalkıştığı takdirde onları okşamaya yetecek kadar silah bulunmalı ahalinin elinde. Hiç şüpheniz olmasın ki Almanlar ahaliyi sıkıştıracaktır. Bardak taştığında da silahlar zuladan çıkar. Harika bir fikir bu Strujkof! Silah dağıtımı!.. Hatta bir kısmını da köye götürüp vermeli. Mujikler öteden beri bayılır bu güzel oyuncaklara. Almanlar hasada el koymaya gelince şenliği görün siz artık, hem de ne şenlik!”

      Bulgakof kendini tutamayıp gülmüştü ama hemen ciddileşti: “Acele etme bakalım.” dedi, “Bir kere Almanlar gelir gelmez silahları

Скачать книгу