Скачать книгу

evrenin yaratılışından sonra doğdukları anlatılmaktadır. Öyle ki diğer felsefi ilahilerde tanrıların sulardan yaratıldıkları anlatılır ve bir yerde Aditi’den (Sınırsız) doğmuş gruplara sular ve yeryüzü olarak bölünmüşlerdir. Özellikle Ādityalar sürekli olarak Aditi’den türemiştir. Ancak bu yorumlamaya açıktır ve kolayca değişkenlik gösterebilir: Şafak, güneşin annesidir ve zamansal silsile gereği Gece’den doğar. Diğer yandan bölgesel nedenlerle, Gökyüzü ile Yeryüzü her şeyin ebeveynidir. Ya da sınıfının en büyüğü olarak Rudraların fırtına tanrısı Rudra (Kükreyen), fırtına tanrılarının rüzgârı, nehirlerin Sarasvatī’si ve bitkilerin Soma’sı gibi geriye kalanların ebeveynidir. Belirli bir mistisizmle paradoks aşkı İndra’nın ebeveynleri Gökyüzü ile Yeryüzü’nü doğurduğunun ya da Dakşa’nın (yaratıcı tanrı) bir zamanlar Aditi’nin babası ve oğlu olduğunun bildirilmesine yol açmıştır. Gökyüzü ile Yeryüzü’nün ebeveynliğine dahil edilmeleri gerekirdi ancak keşiş Aṅgirasalar ailesi doğrudan Agni’den doğmuştur. Ermiş Vasişṭa ise bir Apsaraslardan ya da cennetten bir peri olan Urvaşī’den Mitra ile Varuṇa’nın çocuğudur. Oysaki Vivasvant’ın oğlu, Manu ya da Manu’nun kardeşi Yama ile kız kardeşi Yamī’nin soyundan gelir. Bu çiftin Gandharva (gökyüzü ozanı) ve su perisiyle akraba olduğu iddia edilmektedir.

      İşin şaşırtıcı yanı, tanrıların da bir zamanlar salt ölümlü oldukları ya da görece daha yeni tanrılar kadar antik tanrıların var olduğunu düşünecek olursak, tanrılarla insanlar arasında aslında çok da büyük bir fark yoktur. Nasıl ölümsüzlüğe ulaşmayı başardıkları belirsizdir. Bunu onlara Savitṛ ya da Agni bahşetmiş olabilir. Belki de soma içerek elde etmişlerdir. Oysa İndra ölümsüzlüğü sofu amelleriyle kazanmıştır. Yine de görünen o ki sonunda ölümsüzlüğü elde etmişlerdir ve yaşlanmadıklarından bahsedildiğinde destanların mitolojisindeki gibi sadece kozmik bir çağ boyunca dayandıkları anlamına gelmez. Bu ikinci kavram dünyada ilerlemeyen bir felsefeye bağlı olduğu için bütün varlıkları ebedi biçimde büyüyen ve sonunda ölen diziye dönüştürür.

      Çoğu tanrıların isimlerinde olmak üzere bu kadar çok ilahi suretin arasında ortak noktalar vardır. Öyle ki bizlere sunulan bir şiirde, aralarında temel bir birliğin olduğunu fark edebiiriz. “Kuş, yani güneş ki tektir, rahipler ve ozanlar onu sözcükleriyle çoğaltmışlardır,” diye anlatılmaktadır. Ayrıca “Rahipler tek olandan çok çeşitli biçimlerde bahsetmektedir: Ona Agni, Yama, Mātarişvan ismini vermektedirler.” Yine de bu panteizm kadar tektanrıcılık değildir çünkü Aditi’nin her şey, tanrılar ve insanlar dahil, şimdiye dek var olan ve olacak olanların hepsi olduğunu ve Pracāpati’nin (Yaratıkların Efendisi) her şeyi kendi vücudunda bulundurduğunu öğreniyoruz. Bu görüşten, zaman zaman tek bir tanrının en üst derecedeki tanrı olarak nitelendirildiğini ya da yine tek bir tanrının diğerlerinin tümüyle özdeşleştirildiğini ve diğer hepsinin de onun etrafında toplandıklarından bahsedildiğini anlamak mümkündür (Not 2). “Agni, tıpkı Varuṇa gibi varlığın efendisidir,” gibi bir yorumda gerçek anlamda tektanrıcılıkla ilgili bir ifade yoktur. Benzer bir kümelenme tapınanların tanrı gruplarına sürekli seslenişlerinde, tanrılarına ikişerli olarak yakarışlarındaki klişeleşmede ve sayılarını otuz üç olarak hesaplamalarında görülmektedir: Her biri gökyüzünde, havanın sularında ve yeryüzünde olacak biçimde on birer tanrıdan oluşan üç grup.

      Bazı istisnaları da hesaba katacak olursak normalde tanrılar insan biçiminde tasarlanmışlardır. Elbise giyerler, silah taşırlar ve araba sürerler. Yine de kişilikleri bazı durumlarda oldukça farklı gelişmiştir. Mesela İndra; dili, kolları ve bacaklarıyla alevleri simgeleyen Agni’den daha fazla insan biçimindedir. Tanrıların ikametgâhı gökyüzünün en yüksek diyarındadır. Ve insanların adakları oraya onlara ya Agni tarafından taşınır ya da muhtemelen çok daha eski bir inanışa göre tapınan dindar kişinin hediyelerini üstüne serdiği samanlarla geldikleri sanılmaktadır. Yedikleri yiyecekler insanların yediğiyle aynıdır – süt, arpa, tereyağı, sığır ve keçiler. Ancak arada sırada formda kalmak için özel olarak -İndra’nın canının sık sık bir boğa çektiğinde olduğu gibi- yüzlerce boğanın katliamına neden olurlar. İçecekleri ise somadır.

      Tanrılar arasındaki kan davasından ya çok az bahsedilir ya da hiç bahsedilmez. İndra uygunsuz ameller sergilemektedir. Muhtemelen somayla sarhoş olmasıyla övünen biri için pek de tuhaf olmasa gerek. Bir defasında tüm tanrılarla savaşmış, ilah Şafak’ın arabasını parçalamış hatta kendi babasını bile katletmiştir. Sadık yandaşı olan Marutlarla da münakaşa etmiştir. Tanrılar tapınanlarına karşı iyi ve naziktirler. Ayrıca onlar adına sıradan olsa bile galip geldikleri bir savaş sonunda iblisleri katlederler. Onurlarına kurban edenleri bolca kutsarlar ve cimrileri cezalandırırlar. Hedefe giden her yol mubah olmasa da İndra birtakım hileler kullanarak saygınlık ölçütlerinden sapar fakat tanrılar genelde esaslıdırlar ve aldatmazlar. Manevi ihtişam gerçekte Varuṇa’ya özgüdür. Tanrıların büyüklüğü ve kudreti çoğu zaman iyiliklerinden daha çok methedilir. İnsanlar üzerindeki güçleri sınırsızdır. Hiç kimse alınyazısına karşı koyamaz ya da kendisine ayrılan süreden daha uzun yaşayamaz. Bazen Mitra ile Varuṇa’nın ahlaki düzenine karşı gelemedikleri söylendiğinden, onları hizaya getirecek hiçbir şey yoktur.

      Ṛigveda’nın ortaya koyduğu panteon, özünde yapaydır çünkü koleksiyonun büyük bir kısmı Soma ayininde kullanılan ilahiler içermektedir. Bu yüzden tanrılar hakkında eksik bir görüş sunabilir. Böylece Yama (ilkel insan ve ölülerin kralı) adına bir nevi koleksiyon teşkil eden kısa ilahi grubunu (14-18) içeren onuncu kitabı hariç tutarsak ölüler hakkında hiçbir şey öğrenemediğimiz gibi, cinler hakkında çok az bilgi sahibi olabiliyoruz. Dahası dinin daha ailevi yönü ya da büyücülük ve sihirbazlığın gündelik hayatın ihtiyaçlarını karşılamada uygulandığına dair inanış karşımıza güçlü bir şekilde çıkmıyor. Buna bağlı olarak, Ṛigveda’daki önemli konumlarından anlaşılabildiği ölçüde tanrıların görece saygınlığının Vedik halkların hiçbirinin hayatındaki asıl konumlarına dair bir ölçüt sunduğunu görmüyoruz. Ancak gelenekleri bizlere Ṛigveda’da bir bütün olarak sunulan bir grup papaz ailesinin gözünde ne denli yüksek bir makama sahip olduklarını yansıtır. Metne göre İndra, Agni ve Soma tanrıları arasında tartışmasız en büyük olanlardır. Onların ardından Aşvinler (Göksel Tanrılar, İkiz At Adamlar), Marutlar ve Varuṇa daha sonra ise Uşas (Şafak Tanrıçası), Savitṛi, Bṛihaspati, Sūrya, Pūşan (Refah Veren) ve Vāyu, Dyāvā-Pṛithivī, Vişṇu ile Rudra ve son olarak da Yama ile Parcanya (Yağmur Tanrısı) gelmektedir. Sayısal değerlendirmelere dayanan bu liste bile tartışmaya açıktır çünkü Varuṇa gibi bazı ilahlar kurban edilme törenleriyle görece daha az ilişkilendirilseler de doğrusu daha büyüktürler. Öyle ki asıl saygınlık derecelerine rağmen isimleri, kurban etme törenlerinde daha çok tapınılan Aşvinler gibi diğer tanrılardan daha az anılır.

      Gökyüzü tanrılarından Dyaus (Gökyüzü) isim olarak Zeus’a karşılık gelmektedir ve Zeus gibi o da bir baba tanrıdır. Aslında bu durum Zeus’un Ṛigveda’daki mevkidaşının en önemli özelliğidir. Uşas (Şafak) en çok bahsedilen çocuğudur ancak Aşvinler, Agni, Parcanya, Sūrya, Ādityalar, Marutlar, İndra ile Aṅgirasalar onun soyundan gelmektedir ve kendisi Agni’nin babasıdır. Aslında bileşik ismi Dyāvā-Pṛithivī’deYeryüzü’nden bahsedilmektedir ve kendisine Dyaus Pitar ismiyle seslenildiği tek bir durumda ise aynı zamanda (Yunanca Zєû πάτєρ ve Latince Iuppiter’in tam karşılığı olan Gök Baba) “Toprak Ana” olarak hitap edilmektedir. Adına neredeyse başka hiçbir özellik yakıştırılmamıştır. Sadece gökyüzünden aşağı doğru böğüren bir boğa ya da incilerle süslenmiş (yıldızlarla kaplı karanlık

Скачать книгу


<p>2</p>

Bu durum F. Max Müller’in “henoteizm” olarak adlandırdığı şeydir. Ancient Sanskrit Literature, London, 1859.