Скачать книгу

gün ışığında dikilmekte olan işareti gördü. Kadın, otuz yaşının kendisine verdiği o ışıltıyla, gerdanında kraliçelere layık bir kolye, düzgün çıplak bacakları ve dolgun cömert göğüsleriyle eşsiz görünüyordu. Dişleri parıldıyor, kirpikleri yanaklarına solgun, leylak rengi bir gölge düşürüyordu.

      “Bugün elli kopek” dedi, işaret. Leylak rengi bir sesle elindeki bir kova sütü gösteriyordu.

      “Ne?” diye inledi, Vasilisa, hüzün dolu bir ifadeyle. “Tanrı aşkına Yavdoka! Önceki gün kırk demiştin, dün kırk beş, bugün de elli mi oldu? Bu böyle gitmez!”

      “Benim suçum yok. Süt her yerde pahalı” diye yanıtladı, leylak renkli ses. “Pazarda dediklerine göre, bazı yerlerde bir rubleye kadar çıkıyormuş.”

      Dişleri yine parıldadı. Vasilisa bir an için sütün fiyatını unuttu, her şeyi unuttu ve midesinde yaramaz ama çok güzel bir kıpırdanma oldu –Vasilisa, muhteşem ve pırıl pırıl bu suret, karşısında her belirdiğinde bu soğuk titremeleri yaşıyordu. (Vasilisa daima karısından daha önce kalkardı.) Her şeyi unutup ormandaki bir açıklığı hayal etti, çam kokularını. Ah, ah…

      “Bak Yavdoka” dedi, Vasilisa. Dudaklarını yaladıktan sonra karısının gelme ihtimaline karşın hızlı bir bakışla etrafı kolaçan etti. “Devrimden bu yana serpildin. Dikkatli ol, yoksa Almanlar sana dünyanın kaç bucak olduğunu gösterirler.” ‘Onu öpmeye cüret edebilir miyim, edemez miyim?’ diye merak etti, Vasilisa. Kahır içinde, karar veremeyecek durumdaydı.

      Süt, kaymaktaşı renginde geniş bir kurdele gibi köpürerek sürahinin içini doldurdu.

      “Eğer bize dünyanın kaç bucak olduğunu göstermeye kalkarlarsa, biz de onlara yakın zamanda bunun işe yaramayacağını gösteririz” diye aniden yanıtladı, işaret. Parlayarak, ışıldayarak, kovasını tıngırdatarak, boyunluğunu ve bedenini savurarak, güneş ışığından bile parlak, bodrumdan bahçeye doğru ışık huzmelerinin aydınlattığı merdivenleri çıktı. “Ah, bacakların güzelliğine bak” diye inledi, Vasilisa, kendi kendine.

      Tam o anda karısının sesi geldi. Vasilisa arkasını döndüğü gibi onunla çarpıştı.

      “Kiminle konuşuyordun sen?” diye sordu, aşağıdan yukarı hızlı ve şüpheci bir bakış atarak.

      Vasilisa kaçamak bir tonda, “Yavdoka’yla” diye yanıtladı. “Süt bugün elli kopek olmuş, inanabiliyor musun?”

      “Ne?” diye bağırdı, Wanda. “Olacak iş değil! Bu ne yüzsüzlük! Bu çiftçiler de çekilecek gibi değil… Yavdoka! Yavdoka!” diye bağırdı, pencereden dışarı eğilerek. “Yavdoka!”

      Fakat kadın artık görünmüyordu, geri de dönmedi.

      Vasilisa karısının zarafetten yoksun görünüşüne bir bakış attı. Sarı saçlarına, kemikli dirseklerine, kurumuş bacaklarına baktı. Hayatını düşününce bir anda midesi bulandı. Neredeyse Wanda’nın etek uçlarına kusacaktı. İç çekerek kendini tutarak kısmen karanlık olan dairesine doğru yürüdü. Onu bunaltan şeyin tam olarak ne olduğunu söyleyebilecek durumda değildi. Acaba bunun nedeni aniden Wanda’nın bir at arabasının şaftı gibi dışarı fırlamış, sarımsı köprücük kemikleriyle ne kadar da çirkin olduğunun farkına varması mıydı? Yoksa o nefis suretin söylediği, rahatsız edici bir şey miydi?

      “Ne demişti? ‘Onlara bunun işe yaramadığını göstereceğiz’ miydi?” diye mırıldandı, Vasilisa, kendi kendine. “Şu pazarcı kadınlar yok mu! Buna ne buyrulur? Bir kere Almanlardan korkmamaya başladılar mı… Bu sonun başlangıcı demektir. ‘…Onlara bunun işe yaramadığını göstereceğiz’ kesinlikle! Ama ne güzel dişleri vardı, saadet…”

      Birden Yavdoka’nın, bir tepenin üzerindeki bir cadı gibi önünde çırılçıplak durduğunu hayal etti.

      “O yanakları… ‘onlara göstereceğiz’… Ya o göğüsleri… Tanrım…”

      Düşünceleri öyle rahatsız ediciydi ki Vasilisa kendini kötü hissetti. Gidip soğuk suyla yüzünü yıkamak zorunda kaldı.

      Sonbahar daha önce hiç olmadığı kadar sessizce, kendini hissettirmeden yaklaşıyordu. Olgun, altın rengi bir Ağustos ayının ardından aydınlık, toz yüklü bir Eylül ve o Eylül ile birlikte önceleri tamamıyla önemsiz görünen -fakat bir işaret de olmayan- bir olay meydana geldi.

      Aydınlık bir Eylül akşamıydı. Ataman hükümetindeki o konularla ilgili yetkili tarafından imzalanmış bir kağıt parçası şehir hapishanesine geldi. Bu, 666 numaralı hücredeki mahkumu serbest bırakma emriydi. Hepsi bu kadar.

      Hepsi bu kadar mı?! Hiç şüphesiz yaşanacak olan bütün o sözü edilmeyen anlaşmazlıkların, felaketlerin, çatışmaların, dökülen kanların, zulüm ve işkencelerin, çaresizlik ve dehşetin nedeni o kağıt parçasıydı…

      Mahkumun adı oldukça sıradan ve dikkat çekmeyen bir isimdi: Semyon Vasiliyeviç Petlyura. Hem kendisi, hem de Aralık 1918’den Şubat 1919’a kadar geçen dönemde çıkan şehir gazeteleri bunun yerine ilk adının Fransızlaştırılmış halini kullandılar: Simon. Simon’un geçmişi tam bir bilinmezliğin içine gömülmüştü. Bazıları eskiden katip olduğunu söylüyordu.

      “Hayır, muhasebeciydi.”

      “Hayır, öğrenciydi.”

      Eskiden Kreşçatik ve Nikolayevski caddelerinin köşesinde kocaman bir tütün dükkanı vardı. Uzun dikdörtgen tabelasında güzelce yapılmış, fes giymiş bir Türk resmi bulunuyordu. Bu Türk, nargile içiyordu. Ayaklarında uç kısımları yukarı doğru kalkık sarı renkli terlikler vardı. Yakın zamanda Simon’u orada, tezgahın arkasında güzelce giyinmiş ve Solomon Cohen’in fabrikasında üretilmiş sigara ve tütünlerden satarken gördüklerine yemin eden insanlar vardı. Ama aynı zamanda şöyle söyleyenler de:

      “Öyle bir şey olamaz. Belediyeler Birliği’nin katibiydi o.”

      “Hayır, Belediyeler Birliği’nde değil, Zemstvo Birliği’ndeydi” diye bir karşı bir görüş de ortaya atılıyordu. “Tam bir Zemstvo memuru.”

      Dördüncü bir grup (mülteciler) hatırlamak ister gibi gözlerini kapatıp mırıldanıyordu:

      “Hayır, bir dakika… Düşünmeme izin verin…” dedikten sonra, on yıl önce -hayır pardon, on bir yıl önce- onu bir gece Moskova’da, Malaya Bronnaya Caddesi’nde koltuğunun altında siyah bir beze sarılmış gitarıyla nasıl gördüklerini anlatıyorlardı. Ayrıca doğduğu şehirden bazı arkadaşlarının verdiği bir partiye gittiğini ekliyorlardı. Gitar bunun içindi. Anlaşılan bu parti, bir sürü Ukraynalı hoppa ve güzel kız öğrenci ve şişeler dolusu Ukrayna malı erik brendisiyle dolu, Ukraynalı bir orkestra ve Ukrayna şarkılarıyla renklenen bir partiydi.

      “Sinekkaydı tıraşlıydı dedin, değil mi?”

      “Hayır, galiba… Evet, hatırladım… Bıyığı vardı.”

      “Moskova Üniversitesi’ne mi gidiyordu?”

      “Şey, hayır ama bir yerlerde öğrenciydi…”

      “Alakası yok. İvan İvanoviç tanırdı onu. Taraşça’da öğretmenlik yapıyordu.”

      Kahretsin, belki de Malaya Bronnaya’da yürüyen o değildi, o kadar karanlık ve sisliydi ki o gün… Kim bilir? Gitar… Güneş altındaki bir Türk… Nargile… Gitardan gelen akorlar, hepsi öylesine belirsiz ve muğlaktı ki. Tanrım, o günlerdeki karmaşa ve belirsizlik… Muhafız Harp Okulu çocuklarının uygun adım yürüyerek geçişleri, kan lekesi gibi gölgeli pusuda bekleyen çehreler, koşuşturan belli belirsiz görüntüler,

Скачать книгу