Аннотация

"Tiyatrolarda sahneye konan oyunlar, böyle evlerde, aileler arasında geçen gerçek maceralardan alınmış değil midir? O hâlde ötekiler taklit, berikiler asildir. Hikâyecilerle tiyatro yazarlarının hemen daima yazı ortamlarını teşkile hizmet edenler üç kişidir: Karı, koca, bir de âşık… Bizim oyunumuzda bu üç kişi tamam değil mi? İşte ben, karı; Naki en gülünç bir komedyaya aptallık sermayesi olacak yaratılışta bir koca. Sen de âşık… Sonra bu âşık, koca olacak, öteki zavallı sevda acıları içinde kalacak. Sonuç kocam için biraz feci olacak ama bununla komedyamızın esas neşesi bozulmaz. Çünkü bazı gülünecek şeylerin aslı incelense ağlayacak şeylere rastlanır. Genellikle güldüğümüz şeyler kendi budalalıklarımızdır. Büyük yazarların maskaraya alma sermayeleri insanların bönlüğü değil midir? Hemcinsinin güldürücü hâllerine gülmekte gizli gözyaşları vardır. Fakat ben artık felsefede bu kadar derinleşmeyi sevmem. Doğrusu Naki için ağlayamam. Gerçeği anlayınca o kendi hâline yine kendi ağlasın. Gözlerimize yazık değil mi? Bizim hesabımıza akması gereken gözyaşlarını o döksün…" Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

Yanlış “Batılılaşmanın” bir örneğini veren Hüseyin Rahmi, Acı Gülüş’te bireysel zevklerinin peşinden koşan Kenan’ın bir metrese kapılarak saadetli evliliğini yıkıp kendi elleriyle kendisini, yavaş yavaş yok edişini işliyor. İnsanın kendisinin felaketi olduğunu gösteren yazar, okuyucuna suretlerinde acı bir gülüş vadediyor. “Felakete uğramış biri için ümitsizliğin en acı manzarası gözyaşlarından ziyade kendinin ‘tebessüm-i elemini’ görmektir.” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

Osmanlı’nın son dönemlerinde alafranga (Batılı) yaşam ve Batı özentiliği toplumda iyice yayılmışken Batılılaşmanın yol açtığı yeni sosyal ve insani ilişkiler de Osmanlı hayatını iyice etkisi altına almıştı. Bu yeni yaşam tarzları, aileleri mahvediyor ve evlilikleri kökünden sarsıyordu. Osmanlı ailelerinin içine, daha önce görülememiş bir bela sinsi sinsi giriyordu. Metres adını verdikleri bu bela erkekleri yuvalarından koparıyor, aile servetini eme eme bitiriyor, en sonunda cinayetlere bile sebep oluyordu. Fransız kızı Parnas Felye’nin (Metres) bilinen üç âşığının -Müştak, Hami ve Reyhan- felakete sürüklenen hayatları, Gürpınar’ın edebî kalemiyle bir ibret vesikası olarak karşımıza çıkıyor. Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

Okumak için Paris’e giden Meftun Bey, öğrenimini tamamlayamadan yurda dönmüştür. Bu Paris günlerinden kendisine ne sağlam bir eğitim ne zengin bir kültür ne de dört başı mamur bir dünya görüşü kalmıştır. Sadece gittiği ülkenin kültürüne hayran kalmış, kendi benliğini unutacak kadar bu kültüre bağlanmıştır. Bu yüzden de İstanbul’daki yaşantısını alafranga kültüre göre tanzim etme sevdasına düşmüştür. Ancak bunu da elini yüzüne bulaştırmış, tam manasıyla bir Batı özentisi olup çıkmıştır… Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bu eseri 1901’de yazılmasına rağmen sansüre uğramış ve ancak 1911’de basılabilmiştir. Gürpınar, Meftun Bey’in kişiliğinde, Osmanlı’nın son zamanlarında görülen Batı özentiliğini ironik ve mizahi bir dille eleştirmiş Recaizade Mahmut Ekrem’in Bihruz Bey’ine benzer bir tip çıkarmıştır ortaya. «Hele bu kazancı noktası noktasına eşeleyelim. Karşımıza büyük bir hırsızlık yığını çıkar. Sonra bu büyük hırsızlar, varlıklarının yüzde biri, ikisi kadar para gözden çıkararak mektepler, kütüphaneler yaptırıp kendi cinslerinden olan insanların saygılarına hak iddia etmeye uğraşıyorlar. Ne gülünç komedi! Vicdan sahibi bir adam, hiçbir meslekte milyoner olamaz. Çünkü azıcık bir paranın yokluğu yüzünden köşede bucakta can veren zavallıların korkunç sefaletleri o vicdan sahibini lüzumundan ziyade para biriktirmekten alıkoyar, âdeta iğrendirir.»

Аннотация

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, toplumun aksayan yönlerini mizahi bir dille eleştirdiği ve yedi öyküsünün bir araya geldiği Melek Sanmıştım Şeytanı eserinde, maruz kaldığı baskının etkisiyle eşini aldatan Hüsnü’nün hikâyesine kendi ağzından tanık oluyoruz. Ve bu ihanetin neticesinde bir çocuk doğuyor dünyaya. Hüseyin Rahmi, Hüsnü karakteriyle yaşanan olaylar üzerinden fikirlerini okuyucuyla paylaşıyor. “… Aynı ağır işin sorumlusu babalar, karlı bir gecenin şiddetiyle köprü altında titreyen sefil çocuğun vücuduna sebep belki siz olduğunuzu akla getirmekle hiçbir yürek sızısı duymadınız mı?” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

“Hoştur köftehor. Dinle hanım: Başta tepesi dokuz kapsüllü şıllık fes… Tepeden yanağın üstüne doğru tarakla terbiye edile edile yatırılmış altın kuş kanadı açık kumral saçlar, fazlalığı tamamıyla tıraş edilerek burnun altında bir pimdik bırakılmış minimini, gıdıgıdı bıyıklar…" “Aman, sus! İçim gıdıklandı.” “Beyaz ablak çehre… Pembe yanaklar… Ateşli dudaklar… Şahane ela, sev beni seveyim seni, fıldır fıldır çekici gözler… Osmanlı nüfus tezkeresinde hiç düzeltme yok. Natürel yaşı yirmi bire çeyrek var.” “Ah, pek körpe…” “Çok gevrek. Can eriği gibi kütür kütür.” “Ben ona denk olabilir miyim?” “Olamazsan hafif gelecek tarafa biraz safra koruz. Zaten yaşça resmen aranızda ne kadar fark var? Sen yirmi beş, o yirmi bir. Bu dört yaş fark da peygamber sünnetidir.” *** Arap aşçılar, o fellahlar hırsız olur derler. Ama söyleyiniz, kim değil? Rızkına razı olan kimse var mı bu dünyada? Esnaf müşteriden çalar, müşteri, kazancını artıracak helal, haram yolları bulur. Her insan akılca kendisinden bir gömlek aşağısını görünce kandırır, birbirini soyar, bu böyle gider. Bunun adına yeni felsefede hayat mücadelesi derler. Yaşamak için zayıf gördüğünün elindeki ekmeği kapmak hırsızlık değil, ustalıktır. Bunu düzeltmeye uğraşanların aklına şaşarım. Hatta bu Dünya Savaşı niçin oluyor? Azıcık düşünseniz altından hep bu mesele çıkar. Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

"Şahendeciğim, gönlümü bugün sana tamamıyla açmak ihtiyacındayım. Ben bu dünyada çok şey görmüş, muhabbet tufanları içinde bocalamış, çok tecrübeler geçirmiş bir yaşlı adamım, işte itiraf ediyorum. Aramızdaki yaş farkını düşünmeyerek sevda hodbinliği ile sevgini dileniyorum. Sen bu lütfunla beni gençleştirecek, yaşatacak, bahtiyar edeceksin. Yılların yükü beni öldürmüştü, sen diriltiyorsun. Canlandırmak kuvveti Allah’a mahsustur fakat sen güzelliğinin harikası, gençliğinin feyziyle bu mucizeyi gösterdin. Şimdi benim yerime ayaklarına kapanan yirmi yaşında ateşli bir genç, taze bir âşık olsaydı, onun yalvarmalarında, öpüşlerinde bu minnetli sözlere karşı zafer kazanmış bir hak isteme görülecekti. Sana sahip olmakla sevgisinin şiddeti hafifleyecekti. Ben ise sana her dokunuşumda daha ziyade alevleniyorum. Bu aşkına düşkün kimseyi biraz da sen sev. Bir dost diye sev, koca diye sev, bir baba diye sev… Sev de nasıl seversen sev…" Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

Kadının cesedi üzerine atılan toprak yığını, geride kalanlara bir ömrü hülasa ediyordu. İşte neticenin neticesi son buydu. Hayatın bundan başka bir çıkış kapısı yoktu.İnsan bu dünyaya nasıl dil bilmez, tecrübesiz, hatırasız, çıplak geliyorsa bir ömürlük çekişme ile çok defa kazanç şeklinde öteki insan kardeşlerinden çalıp çırptığı malları ve fikir kazançlarını burada bırakarak yine öyle çıplak, dilsiz, fikirsiz gidiyordu. Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

"Muhsine Hanım ilk bozayı içip ikincisinin, leblebisiyle beraber çiçekliğin önüne konulmasını söyledikten sonra başladı: 'Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Ama Rabb’im saklasın, şimdikiler gibi, erkeklere ne dirseklerimi açıp gösterirdim ne göğsümü. Dünyayı, Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Fukaralık ayıp değil ya, bana mal mülk olarak damla bırakmadılar. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Eş dost gayret etti, cömertlik gösterdi. Herkes hâline göre bir hediye verdi. Eşya düzdüler, beni tellediler, pulladılar, herifin birine verdiler. Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıktı. O arı, ben çiçek, o burgu, ben tahta. Tanrı’nın günü haşlar, canımı yakar. Yemeğin tuzu çok olmuş der, döver; mintanımı çarpık biçmişsin der, döver. Kısacası, paya pay, üç sene dayağını yedim, kahrını çektim. Artık illallah, canıma tak dedi. Bir gün, o evde yokken bohçamı bağladım, kaçtım. Boşandım, kurtuldum. Bana ettiği yanına kalmadı. Kendisi de meyhane peykesinde can verdi gitti.' " Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

Düşünüyorum: Dünyada hiçbir sır ebediyete kadar gizli kalmaz, mutlaka bir patlak verir. Bunun vakit ve saatini beklemeli. Gerçek iyice meydana çıkarsa ne yapacağımı da bilmiyorum. Silaha davranmak neye yarar? Kadını öldürsem çocuk yine aileye kalacak. O masuma kıymak da büsbütün cinayet olur. Beni çileden çıkaran bir hâl daha var. Karım benden olan iki oğluna karşı âdeta bir üvey ana kayıtsızlığındadır. Fakat Nüzhet’in üzerine bütün şefkatiyle titrer. Gösterdiği bu üstün tutma hepimizi kıskandırır. Ailemize karışarak ana yüreğinden öz çocuklar için olan sevgi payını zorla alan bu yabancının bizden büsbütün ayrı bir yaratık olduğuna bu da bir delil değil mi? Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.