Скачать книгу

a5e86508f8e90d7897d.jpg"/>

      Ya Ben Bizans’ı Alırım, Ya da Bizans Beni…

– Fatih Sultan Mehmed

      Konstantiniye’nin Son Günleri

      SURLARIN İÇİNDEN

      550 Sene Evvel Haliç’in Altın Sahillerinde Bir Gece

      İvansaray’da Vlaherna’nın karşı sırasında beş altı odalı yüksek bir evin penceresinden hazin bir ses işitildi.

      Haliç sahilinde Anivas’ın kayığından başka bir kayık yoktu.

      Haliç sakinleri uykuda… Ay batıyor, sabah oluyordu. Anivas’ın sabaha karşı İvansaray sahilinde ne işi vardı? Onu uzaktan görüp kaçan balıkçılar da bunu anlamak istiyorlardı.

      Anivas…

      Bu ismi Bizans’ta işitmeyen, bilmeyen kalmamıştı. Anivas, saraya bağlı genç ve yakışıklı bir askerdi.

      Vlaherna’da, İmparatorun güvenini kazanmış, onun kadar güçlü ve şımarık bir asker yoktu. Haftada bir iki defa sabaha karşı kendi kayığına biner, İvansaray’a gelirdi.

      O gece Anivas’ın gözü her zamankinden çok daha kararmıştı.

      Kayığını ufak bir iskeleye yanaştırdı. Sahile atladı ve birkaç adım yürüdü.

      Pencereden akseden o hazin ses gittikçe yükseliyor, yükseldikçe hazinleşiyordu.

      Anivas, sabahın mavi ve pembe bulutları arasından dökülmeye başlayan ışıklar altında, canlı bir gölge gibi kolaylıkla seçilebiliyordu.

      Pencerenin altında durdu.

      Bu ses onun sesi… O kadının, her zamanki kadının sesiydi.

      Fakat söylenen şarkı, her zamanki şarkı değildi. Ani-vas’ın şarkısı değildi.

      Anivas dişlerini sıktı. Yumruklarını sıktı. Kalbini tutarak söylendi:

      “Priamos’un bestelediği şarkıyı sevgilim ne çabuk öğrenmiş!”

      Anivas’ın yumruklarını sıkmaya hakkı vardı, çünkü bu şarkı henüz dün bestelenmiş ve o gece ilk defa olarak sarayda söylenmişti.

      Anivas’ın dişlerini gıcırdatmaya da hakkı vardı, çünkü bu şarkıyı Priamos bestelemişti.

      Priamos…

      O, Bizans’ın bütün kadınları tarafından sevilmiş, uzun saçlı, genç ve güzel bir sanatkârdı. Anivas, bu adamla karşılaşmak ve onun bestelediği, onun yarattığı eserleri sevgilisinin ağzından dinlemek istemiyordu.

      Bir adım daha ilerledi ve sağ elini dudaklarına götürerek seslendi:

      “Klio! Klio!”

      Fakat Anivas’a cevap veren olmadı. Klio şarkısına devam ediyordu:

      Genç bir kız elinden

      Bir kadeh şarap içmek

      Ve onun kucağında

      Kendinden geçmek istersen,

      Evvela:

      Bir kadeh şarapla kalbini

      Yıka ve sonra yanıma gel

      Ben, Bizans’ın meşhur

      Bağında yetişen ve

      Katakozinos’un kanunlarına

      İsyan eden, günahkâr bir

      üzüm kızıyım…

      Genç asker bu şarkıyı daha fazla dinlemeye tahammül edemedi. Koştu, kapıyı çaldı.

      “Ben Anivas.”

      Askerler yabancı bir evin kapısını çaldıkları zaman, cevap almadan isimlerini verirlerdi.

      Eğer çaldıkları kapı dost evininse, isimlerini vermeleri o ev için bir hakaret addedilirdi.

      Klio derhâl sesini kesti. Pencereden eğildi.

      Kapıyı çalan genç asker, tanıdıklarından biriydi.

      Klio, âşığının o gece kendisini ziyarete gelmeyeceğini sanıyordu. O akşam Konstantin’in sarayında büyük bir ziyafet vardı. Anivas da orada bulunacaktı.

      Haliç dilberinin canı sıkılmıştı.

      “Anivas!” dedi. “Bu gece gelmeyeceğini ümit ediyordum. Misafirim var!”

      “Kapıyı açmayacak mısın?”

      “Açamayacağım.”

      “O hâlde ben açıyorum. Sana zahmet olmasın!”

      Anivas, kapıya birkaç tekme vurdu. Sokak kapısı kırılmıştı. Genç asker yukarıya çıktığı zaman, hiç ümit etmediği bir adamla karşılaştı.

      “Priamos!”

      Bu adam genç askerin en büyük ve insafsız düşmanıydı. Zeki ve kurnaz sanatkâr, toy ve tecrübesiz askerin cebren içeriye girdiğini görünce ayağa kalkarak bağırdı:

      “Küstah! Kanına mı susadın, ne istiyorsun?”

      Klio gürültüye meydan vermek istemedi. Şairle askerin arasına girerek,

      “Ben evimde kavga istemem,” diye bağırdı.

      Şair ve bestekâr Priamos, rakibinden çok daha kuvvetliydi. Fakat hasmının saraya mensup olduğunu bildiği için itidalini muhafazaya çalıştı.

      Anivas bağırdı:

      “Bu kızın benim sevgilim olduğunu bilmiyor musun? Buraya ne cesaretle geldin?”

      Priamos gülerek cevap verdi:

      “Kadın kucağı, şairlerin sığınağıdır.1 Bu gece saraya yeni şarkımı sunduktan sonra, iltica edecek bir yer aradım. Ve herkesin sevgilisi olan Klio’nun göğsünde uyumaya geldim.”

      Klio’nun bu iki gence karşı da ilgisi vardı. Birinin sosyal konumu yüksekti; onu şerefi ve apoletleri için seviyordu. Diğeri de ince, hassas ve bilhassa hoşsohbet bir şairdi; onun da ruhundan hoşlanıyordu.

      Birini diğerine tercih yahut birini öbürüne feda etmek mümkün değildi.

      Anivas’ın boynuna sarıldı.

      “Ben seni seviyorsam, ona da saygı duyuyorum. Beni ziyarete gelen bir şaire evimin kapısını nasıl kapayabilirim?”2

      Genç bestekâr, kendisinin Klio tarafından müdafaa edildiğini görerek sustu.

      Anivas’ın kıskançlığı kadınlar âleminde meşhurdu. Priamos’a eliyle kapıyı gösterdi.

      “Çabuk… Şimdi dışarıya…”

      Klio, Priamos’un önüne geçti.

      “O buradan gidemez!”

      Anivas, bu cevap karşısında buz gibi donup kaldı. Bir adım geriye çekildi.

      “O hâlde ben gidiyorum. Fakat bir daha bu eve gelmemek üzere…”

      Priamos içinden güldü. Klio, onun tekrar geleceğinden emindi. Fazla ısrar etmedi.

      Anivas sendeleyerek, hiddetle çıkıp gitti.

      Haliç’in altın sahillerinde geçen bu esrarengiz gecenin sabahı çok korkunç ve çok karanlıktı. Bir türlü sabah olmuyor, ortalık aydınlanmıyordu.

      Ufukta görünen pembelikler arasından güneş hâlâ yükselmiyor, şairleri köşe başlarında arkalarından kahpece vuran serseriler3 henüz seçilmiyordu.

      Priamos’un neşesi kalmadı.

      Klio şarap içiyordu.

      Güneş hâlâ doğmamıştı. Sokak köşelerinde kimliği belirsiz gölgeler geziniyordu. Priamos ayağa kalktı.

      “Klio,” dedi, “bana bir kadeh şarap ver. İçip gideyim. Gitmeliyim!”

      “Ölmeye

Скачать книгу


<p>1</p>

Bizans papazlarından Polikarpos’un hatıratından: “Fole tu piitu ine to stitos tis yinekos!” Tercümesi: “Şairin yuvası kadının göğsüdür!” Bizans’ın son günlerinde şairler genellikle bu imtiyaza sahiptiler. Bizans kadınlarının, bilhassa sefahat alemlerinde, şairlere karşı hissedilir derecede zaafları vardı.

<p>2</p>

Saray rezaletleri, Bizanslılar üzerinde büyük ve yıkıcı etkiler yapıyordu. Şairlere “to stema tis piiseus” yani “şairlik tacı” giydirildikten sonra, herhangi bir şair, halk arasında özel bir mevki sahibi olur ve toplumsal hatalar ahlaksızlık derecesine de varsa affedilirdi. (D. C. Brovon. V. 1, C. 3)

<p>3</p>

Bizans kadınları şairlere ne derece saygı duyuyorsa, erkekleri de o derece düşmandı. Hiçbir şair güneş battıktan sonra sokağa çıkmaz ve karanlıkta dolaşmazdı. Bizans’ın en hassas şairi olan Friksos’u da böyle bir gece tiyatrodan gelirken öldürmüşler ve üzerine “Mağdur kocaların intikamı…” yazan bir kâğıt bırakmışlardı.