Скачать книгу

perde dalgalandı, ardından yatağa uzandı. Kendini hem yorgun hem de tembel hissediyordu. Dinlenmeye hakkı vardı. Erkek dergisi Lektyr’in bir sayısını gözden geçirmeye başladı. Mona ne zaman gelse itinayla dergiyi gizlerdi. Çok geçmeden dergi yerdeyken uyuyakaldı.

      Bir patlama sesiyle uyandı. Nereden geldiğini anlayamadı. Ayağa kalktı ve yere bir şey düşüp düşmediğini kontrol etmek için mutfağa gitti ama her şey yerli yerindeydi. Sonra tekrar odaya girdi ve pencereden dışarı baktı. Binaların arasındaki avlu boştu. İpte asılı mavi işçi tulumu rüzgârda hafifçe sallanıyordu. Wallander yatağına döndü. Bir rüya görmüştü. Kafedeki kız oradaydı. Ama rüya net değildi ve kopuk kopuktu.

      Kalktı ve saatine baktı, dörde çeyrek vardı. İki saatten fazla uyumuştu. Mutfak masasına oturdu ve alışveriş listesini yazdı. İçecekleri Mona, Kopenhag’dan alacaktı. Kâğıdı cebine koydu, kapıyı arkasından kapattı.

      Koridorun loş ışığında dikilip kalmıştı. Komşusunun dairesinin kapısı aralıktı. Wallander buna şaşırmıştı çünkü orada yaşayan adam mahremiyeti konusunda oldukça titizdi, hatta mayısta fazladan bir kilit bile taktırmıştı. Wallander görmezden gelip gelmemek konusunda kararsız kaldı ama sonra kapıyı çalmaya karar verdi. Yalnız yaşayan adam, Artur Hålén adında emekli bir denizciydi. Wallander taşındığında zaten binada yaşıyordu. Genellikle birbirlerine selam verirler ve bazen merdivenlerde karşılaştıkları zaman birkaç kelime konuşurlardı ama hepsi bu kadardı. Wallander bu zamana kadar Hålén’in misafiri olduğunu ne görmüş ne de duymuştu. Sabahları radyo dinlerdi, akşamları televizyonu açardı. Ama saat on olduğunda sessizlik hâkim olurdu. Wallander bazen kendisine gelen misafirlerin, özellikle de akşamları çıkan seslerin Hålén’in ne kadar farkında olduğunu merak ediyordu. Ama tabii ki hiç sormamıştı.

      Wallander kapıyı tekrar çaldı, cevap gelmedi. Sonra kapıyı açıp seslendi. Koridorda tereddütle birkaç adım attı. İçerisi havasızdı, bayat bir yaşlı adam kokusu vardı. Wallander tekrar seslendi.

      Dışarı çıkarken kilitlemeyi unutmuş olmalı, diye düşündü Wallander. Ne de olsa yetmiş yaşında, unutkanlık başlamış olmalı.

      Wallander mutfağa bir göz attı. Kahve fincanının yanındaki muşamba masa örtüsünün üzerinde buruşmuş bir futbol bahis kuponu duruyordu. Sonra odaya açılan perdeleri kenara çekti. Wallander irkildi. Hålén yerde yatıyordu. Beyaz gömleği kana bulanmıştı. Elinin yanında bir revolver duruyordu.

      Patlama duymuştum, diye düşündü Wallander. Demek ki silahtanmış.

      Midesinin bulanmaya başladığını hissetti. Daha önce birçok ceset görmüştü. Boğulan veya kendini asan insanlar. Trafik kazalarında yanarak ölen veya tanınmayacak kadar ezilen insanlar. Ama buna alışamıyordu.

      Odaya baktı. Hålén’in dairesi kendi dairesinin aynadaki yansıması gibiydi. Mobilyalar yavan bir izlenim veriyordu. Tek bir bitki ya da süs eşyası yoktu. Yatak toplanmamıştı.

      Wallander birkaç dakika daha cesedi inceledi. Kendini göğsünden vurmuş olmalıydı. Ölmüştü. Wallander’in bunu anlamak için nabzını kontrol etmesine gerek yoktu.

      Hızla kendi dairesine döndü ve polisi aradı. İsmini söyleyip meslektaşları olduğunu söyledi ve olanları anlattı. Sonra sokağa çıktı ve ilk müdahale ekibinin gelmesini bekledi.

      Polis ve acil tıp teknisyenleri hemen hemen aynı anda geldi. Arabalarından inerlerken Wallander onlara başıyla selam verdi. Hepsini tanıyordu.

      “Ne oldu?” diye sordu devriye polislerinden biri. Adı Sven Svensson’du, Landskrona’dan gelmişti ve “Diken” olarak tanınıyordu çünkü bir keresinde bir hırsızı kovalarken çalılığa düşmüş ve karnının altını dikenler yırtmıştı.

      “Komşum,” dedi Wallander. “Kendini vurmuş.”

      “Hemberg yolda,” dedi Diken. “Cinayet büro detaylıca araştırır.” Wallander başını salladı. O da biliyordu. Söz konusu ölüm olayı, ne kadar doğal görünse de mutlaka soruşturulmalıydı.

      Hemberg, pek iyi olmasa da tanınan biriydi. Kolayca sinirlenirdi ve iş arkadaşlarına karşı kabalaşabiliyordu. Ama aynı zamanda mesleğinde o kadar iyiydi ki hiç kimse onunla gerçekten ters düşmeye cesaret edemezdi. Wallander gerilmeye başladığını fark etti. Yanlış bir şey mi yapmıştı? Eğer öyleyse, Hemberg’i hemen bilgilendirmeliydi. Wallander, nakli olur olmaz, Komiser Hemberg’in yanında çalışacaktı.

      Wallander sokakta bekledi. Koyu bir Volvo kaldırıma yanaştı ve Hemberg indi. Yalnızdı. Wallander’i tanıması birkaç saniye aldı.

      “Burada ne halt ediyorsun?” diye sordu Hemberg.

      “Burada yaşıyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Kendini vuran komşum oluyor. Arayan bendim.”

      Hemberg kaşlarını ilgiyle kaldırdı.

      “Onu gördün mü?”

      “‘Görmek’ derken ne demek istiyorsun?”

      “Kendisini vurduğunu gördün mü?”

      “Tabii ki hayır.”

      “Öyleyse bunun bir intihar olduğunu nereden biliyorsun?”

      “Silah cesedin hemen yanında duruyordu.”

      “Yani?”

      Wallander buna ne diyeceğini bilemedi.

      “Doğru soruları sormayı öğrenmelisin,” dedi Hemberg. “Komiser olacaksan tabii. Zaten düşünmeyi bilmeyen yeterince insan var. Başka bir tane daha istemiyorum.”

      Sonra tavrını değiştirip daha dostça bir ses tonu takındı.

      “İntihar olduğunu söylüyorsan, muhtemelen öyledir. Nerede?”

      Wallander girişi işaret etti. İçeri girdiler.

      Wallander, Hemberg’in ne yapıp ne ettiğini dikkatlice izledi. Cesedin yanına çömelişini ve gelen doktorla kurşunun nereden girdiği konusunda konuşmasını dinledi. Silahın, vücudun, elin pozisyonunu inceledi. Sonra dairede dolaştı, şifonyerin içindekileri, dolapları ve kıyafetleri inceledi.

      Yaklaşık bir saat sonra işi bitmişti. Mutfağa gelmesi için Wallander’e işaret etti.

      “Kesinlikle intihara benziyor,” dedi Hemberg dalgınlıkla masadaki futbol bahis kuponunu düzeltip okurken.

      “Bir patlama sesi duydum,” dedi Wallander. “Silahtan gelmiş olmalı.”

      “Başka bir şey duymadın mı?”

      Wallander en iyisinin doğruyu söylemek olduğunu düşündü.

      “Kestiriyordum,” dedi. “Ani bir gürültüyle uyandım.”

      “Ondan sonra ne oldu? Merdivenlerde koşan kimsenin sesini duydun mu?”

      “Hayır.”

      “Onu tanıyor musun?”

      Wallander bildiği kadarını anlattı.

      “Hiç akrabası yok muydu?”

      “Bildiğim kadarıyla yoktu.”

      “Soruşturmamız gerekecek.”

      Hemberg bir süre sessizce oturdu.

      “Aile fotoğrafı yok,” diye devam etti. “İçerideki şifonyerde veya duvarlarda fotoğraf yok. Çekmecelerde hiçbir şey yok. Sadece eski iki gemicilik kitabı. Bulabildiğim tek ilgi çekici şey kavanozdaki renkli bir böcekti. Geyik böceğinden daha büyük. Bunun ne olduğunu biliyor musun?”

      Wallander bilmiyordu.

      “En büyük İsveç böceği,” dedi Hemberg. “Ama neredeyse nesli

Скачать книгу