Скачать книгу

Ben fazla olarak dedim ki:

      “Siz filanın mahdumusunuz;29 pederinize mahsus selam ederim. Sizin gibi bir evlat yetiştirmiş olduğuna memnun olabilir. Ben filanım..”

      Benim adımı işitince dikkat ettim, şöyle bir durdu; galiba beni tanımış olacak, ondan sonra biraz fazla nezaket göstermek istedi. Baktım, henüz pek genç olmakla beraber nazik ve iyi bir çocuk.

      Eve gelince Seza’yı bahçede yalnız buldum. Şeytan kız belli ki beni beklemiş ve yalnız görmek için ötekilerini savacak birer vesile bulmuş. Beni görür görmez, güya sabahtan beri onunla meşgul imiş gibi:

      “Aman dayı bey, bu taraftaki güllere tamamen bit düşmüş. Bakınız sizin sevdiğiniz sarı gülü ne kadar berbat etmişler.” dedi.

      “Evet kızım, artık şair olmaya başladığın belli! Üç senedir bu böceklerden kurtaramadığım güller hakkında şimdiye kadar sizlere verdiğim konferansların tesirinden memnunum.” dedim.

      “Eğleniyorsunuz dayı bey.” dedi. “Yine paşanın bahçesinden mi geliyorsunuz?”

      “Hayır Seza, seni daha ziyade üzmek istemem. Hasan Bey’ini gördüm, elini sıktım ve seni tebrik ederim, Hasan Bey bu sene birinciliği kazandı.” dedim ve ilave ettim:

      “Seza, senden ancak bir-iki yaş büyük bir adama varıyorsun, seninle o nasıl olacak bilmiyorum ancak sen o kadar iyisin ve delikanlı da o kadar iyi bir çocuk ki bu mesele hakkında nikbin olmaktan başka bir şey yapamıyorum.”

      Düğünden sonra altı ay geçmiş idi, ben tekrar İstanbul’a geldim. Seza’yı ilk gördüğümde beyini sordum.

      “Beyim değil, kedim.” dedi.

      Ve benim hayretim üzerine izah etti:

      “Geçen akşam karyolanın ayak ucundan girdi.”

      “Nasıl?”

      “Nasıl olacak! Yerden sıçradı, tahtanın üstünden atladı, yorganların üstüne çıktı.”

      “Allah Allah! Ee, karyola çökmedi mi?”

      “Ha! İşte asıl kedilik burada ya! Bizim oda eşya ile doludur. Bunların arasında faraza masanın kenarında baş aşağı durduğu hâlde bir şey kırılmaz, karyolanın ayak ucundan atlamak suretiyle yatağa girmeye dün akşam karar verdi; mahareti derkârdır.30 Ben onun yatağa bu suretle vüruduna hayret ederken o, gözlüklerini çıkarıp yanındaki masanın üstüne koydu ve kapıya daha yakın geldiği cihetle badema31 bu suretle karyolaya girmenin pek muvafık olacağını cevaben irat buyurdu.

      Geçen gün pek mühim bir havadis söylemek üzere kar-şımdaki sandalyeye oturmasını teklif ettim. Sandalyeye arka taraftan bir oturdu ki görseniz hayret edersiniz. Artık emin oldum ki, odada ne yapsa bir şey olmayacak lakin geçen gün bahçeye balkondan atlamak suretiyle inmiş ki hiç olmazsa dört metre vardır.”

      Seza’nın hâl ve tavrından bir hayret ve teslimiyet nümayan32 oluyordu, gördüm ki, kocasının çelik vücudu onu mağlup etmiş.

      “Sonra korkuyorum ki… Evet, âdeta korkuyorum ki bir çocuğumuz olacak!” dedi.

      “Neden Seza?”

      “Evet, o kim bilir nasıl acayip, kambur sambur bir şey olacak…”

      “Haksızsın Seza.” dedim. “Görünüyor ki kocan aslan gibi bir delikanlı… Ben galiba yanıldım. Onun karyolaya ayaktan girmesi bahsine gelince sen elbette ona da bir çare bulacaksın.”

      GARİP ALIŞVERİŞ

      Toz duman içinde insanlar gezinir, kağnılar gıcırdar, hayvanlar bağırır… Geniş bir kırın ortasında pazar kurulmuş! Bir yanda istasyon; makinelerİ haykırır, vagonları bir yoldan ötekine götürür, getirir. Ekin ambarlarının kapılarından, ölçülen ekinin tozları taşar, her tarafta kilecilerin sesleri duyulur: “Beş-altı… Yaz! Bir dalya daha… Yüzden bir eksik! Bodos’a parasını ver!”

      Başlarına fes giymiş, üstüne ak yemeni bağlamış, iki taraftan zülüflerini çıkarmış sırma işlemeli, çuha saltalı,33 bol basma şalvarlı, Haymana’nın aşiret kadınları öküzleri yedekler, davara çevirir, çocuklarına bağırırlar. Bu kadınların bazıları ortaya dökülmüş, renk renk çuvalların başında oturuyorlardı. Bunlar köyüne, memleketine göre kırmızı, peştamalı burmalı yahut yalnız başörtülü fukara kadınlarıydı. İçlerinde altın takınmış yeni gelinlere de rast geliniyordu.

      Ayaklarının altından toz kalkıyor ve bir bulut gibi, bir sis gibi bozkırı sarıyor, istasyonu örtüyordu. Bu tozun içinde her şey gizleniyor, renkler soluyor, çevre örtülüyor, yalnız güneşin kızgın sıcaklığı mukavemet ederek toprağa kadar geçiyor ve insanları iki ateş arasında bırakıyordu.

      Tozdan, sıcaktan ziyade leş kokuları da insanı sersem edecek derecede idi. Tekâlif ile alınan asker malında ölen hayvanları öteye beriye atmışlar, köpekler yemiş, kalan parçalar kokuyordu. Bundan başka, burada her gün hayvan da kesilmekte imiş! Leşler tozlara karışmış, boynuz, barsak parçaları yerlerde sürünüyordu.

      İzdiham ziyade idi; askerleri selametlemeye gelen analar, kadınlar, çocuklar birbirine karışıyordu. Ağlayan, dalgın dalgın kocası ile konuşan kadınlar vardı. Bir köylü öküzlerini çekerek, meçhul bir adama bağırarak bu izdihamı yarmaya çalışıyor, çuvalları çiğniyor, adamlara çarpıyor, gözü dünyayı görmüyordu. Bu izdiham içinde, dikkat ettim, en az olan şey gürültü idi. Bu kadar darlık içinde sıkıntıyı, bu kadar azap ve ızdırabı toplayıp oradan kaldırmak tuhaf bir temaşa idi. Köylü uzaktan birini çağırmak isterse kendi şivesinin tarif olunmaz bir hususiyeti olan gevrek, âdeta deruni bir sesle bağırıyor. Bu seste bile bir sükûn var! Sanki genişlik içinde dağılmak, uzaklara yayılmak için bağrılmış bir şey!.. Nasıl tabir edeyim? Bu izdihamda sesler, bir tuhaf şeydi…

      Bu pazar yerinde gidip gelen, söyleşen ve başka bir sesle âdeta bilmediğimiz bir sesle bağıran birkaç kişi gözüme ilişiyordu. “Bunlar kimdir?” diye sordum. “Simsarlardır, tüccara mal alıp satarlar!” dediler. Bunlardan birkaçı Ermeni idi, bir-iki tane de efelerden! Uzun püskül, sıkma lapçın,34 silahlık, yazma yemeniden bir dildâde fesi ve püskülü orta yerden boğma çevreli… Köylülerin ellerini sıkıyorlar ve koparacak gibi kollarını sallıyorlar, heriflerin kulaklarının dibinde bağırıyorlar. İçlerinden yalnız bir tanesi onlara benzemiyordu; kırklık bir adam, kırca sakallı, uzun çehreli, güler yüzlü, sivrice burunlu, geniş alınlı bir çehre ki daha ilk nazarda bir aşiret adamı olduğuna insanın şüphesi kalmıyor.

      Çehresine rağmen kendisinin şehirli olduğunu öğrendim. Yüzünde zekâ ve cebrü şiddet asarı pek ziyade nümayan idi. Şemsi-oğlu derlermiş! Başka iş görmez, yalnız pazarlarda ekin simsarlığı edermiş. Köylüleri iğfalde ondan mahir kimse yokmuş. O, âdeta namuskârâne ömür süren, çok yorulup ekmeğini kazandığına kail bir adam edasında idi ise de fevkalade bir şey yaptığı fikrinde olmadığı çehresinden okunuyordu. Birini aldattığı ve sersem edip elinden malını bir para ucuza aldığı vakit, diğerlerinin yüzünde uçan memnuniyet havası onda yoktu zira o kail olmuş idi ki onun zekâ ve dirayeti bu gibi işleri elbette her zaman yapabilirdi.

      Şemsioğlu, pazara gelen arabaları yarım saat uzaktan çevirmek fedakârlığını da ederdi. O kimlerin nereden geldiklerini bilirdi. Arabalar uzaktan görününce Şemsioğlu köyüne, adamına göre kâh derviş kâh sofu olur, hemen namaza dururdu. Kandıramadıklarının

Скачать книгу


<p>29</p>

Mahdum: Oğul

<p>30</p>

Derkâr: Bilinen, belli.

<p>31</p>

Badema: Bundan sonra.

<p>32</p>

Nümayan: Görünen.

<p>33</p>

Saltalı: Bir tür kısa ceket.

<p>34</p>

Lapçın: Tabanı meşinden olan mest.