ТОП просматриваемых книг сайта:
Tepedeki Ev. Чезаре Павезе
Читать онлайн.Название Tepedeki Ev
Год выпуска 0
isbn 978-625-6486-29-4
Автор произведения Чезаре Павезе
Издательство Elips Kitap
Akşam eve erken dönmek istemiyordum çünkü ev sahibelerimin her zamanki gibi beni beklediğini biliyordum. Bana bakmak için verdikleri zahmet, önüme koydukları soğuk akşam yemekleri ve gösterdikleri nezaketin karşılığında onlarla konuşmamı bekliyorlardı. Ben de savaş ve dünyanın genel durumu hakkında önceden uydurup hazırladığım bir iki görüşü ayaküstü paylaşırdım onlarla. Bazen savaşta yaşanan yeni bir olay, bir tehlike ya da bombaların patladığı alev alev yanan bir geceyi bahane edip beni kapı eşiğinde, meyve bahçesinde, masada yakalayıp çene çalar, şaşkınlıklarını dile getirirlerdi. Kim olduğumu anlayabilmek ve kendilerinden biri olduğumu teyit edebilmek için de beni ışığın altına çekerlerdi. Bense akşam yemeklerimi karanlık bir odada, yalnızlık içinde ve unutulmuş bir vaziyette, gecenin seslerine dikkat kesilmiş, zamanın akışını hissederek yemeyi yeğlerdim. Uzaktaki kentten siren sesleri işitildiğinde ilk hissettiklerim yalnız geçirdiğim zamanın bölünmüş olmasından kaynaklı bir hüsran, herkesin tedirginliğe kapılıp yaygara koparıyor olması nedeniyle bir öfke, evdeki iki kadının hâlihazırda ışığı kısık olan lambayı tamamen söndürmesinden kaynaklı bir kızgınlık ve önemli bir olayın yaşanacağına dair endişeli bir beklentiydi. Hepimiz meyve bahçesine çıktık.
Bu iki kadından daha yaşlı olanı, yani anneyle zaman geçirmeyi yeğlerdim. İri ve dermansız olan bu kadın, sakin ve aklı başında birine benziyordu. Yukarıdan bombalar yağarken karanlığa teslim olmuş bir tepeyi andırıyordu. Fazla konuşmazdı ama anlayışlı bir dinleyiciydi. Diğeri, yani kızı ise evde kalmış, kırk yaşında, iri kemikli, tutucu bir kadındı. Elvira adlı bu kadın savaş tepelere sıçrayacak korkusuyla devamlı panik içinde yaşıyordu. Benim için endişelendiğini fark ederdim. Öyle ki şehre indiğimde bunun ona eziyet gibi geldiğinden söz etmiş, bir defasında da annesi benim yanımda onla şakalaşırken bana dönüp düşman bombaları Torino’yu biraz daha tahrip ederse gecelerimi de gündüzlerimi de onlarla geçirmem gerekeceğini söylemişti.
Belbo önce önümde koştu, sonra beni ormanın içine dalmaya teşvik etmek için arkama geçip patikada koştu. Ancak o akşam yokuşun, büyük vadi ile yamaçları yukarıdan izleyebileceğim ağaçsız bir köşesinde oyalanmayı tercih ettim. İnişler ve çıkışları, çıkıntı ve bayırları ile büyük tepeyi gün batımında izlemeyi severdim. Tıpkı eski günlerdeki gibiydi ama o zamanlar bu yamaçlar benek benek parlayan ışıklarla kaplıydı. İnsanlar evlerine döndüğünde huzur dolu, sakin, mutlu bir havaya bürünürdü. Şimdi bile zaman zaman uzaktan konuşma ve kahkaha sesleri işitilebiliyordu ama artık her yerin üzerine büyük bir karanlık çökmüştü. Toprak da çocukluğumda alıştığım o yabani ve yalnız hâline geri dönmüştü. Sürülmüş arazilerin, yolların, evlerin ötesinde, ayaklarımızın altında yatan toprağın o tarih kadar eski, aldırışsız kalbi yeni yeni oluşan korkularla karanlığın içine gömülmüş, çukurların içinde, köklerin arasında yaşamaya, gizli yerlerin içine saklanmaya başlamıştı. Çocukluk anılarımdan zevk almaya bu zamanlarda başlamıştım. Sanki hissettiğim tüm o düş kırıklıkları, belirsizlikler ve yalnız kalma isteğimin altında kendimi küçük bir çocuk olarak yeniden keşfediyordum: Kendime bir yoldaş, bir görevdaş, bir oğul bulabilmek için. Yaşadığım yer yeniden gözlerimin önündeydi. O çocuk ile ben bir başımızaydık. Eski günlerin çılgın keşiflerini yeniden yaşıyordum. Evet, acı çekmiyor değildim ama komşusunu hem kabul etmeyen hem de sevmeyen birinin huysuzluğunu andıran bir tavır takınarak buna katlanıyordum. Tek başıma kendimle sohbet ediyor, kendi kendime eşlik ediyordum. Yapayalnızdık; sadece ikimiz vardık.
O akşam yine yokuşun tepesinde ara ara işitilen şarkı seslerine karışmış insan seslerinin uğultusu duyuluyordu. Sesler, tepenin diğer tarafından, hiç inmediğim bir bölümünden geliyordu. Başka zamanların yankısı, gençliğin sesi gibi geliyordu kulağa. Akşamları sığınmacıların, gezginler gibi tepenin kenarlarından akın akın gelip yaptıkları partiler canlandı birden gözümde. Görünürde hareket yoktu ama ses aynı yerden gelmeye devam ediyordu. Ürkütücü karanlığın altında, ne idiği belirsiz bir grup insan ya da ailenin sessizliğe bürünmüş şehrin karşısına geçerek şarkılar eşliğinde güle oynaya vakit geçiriyor olmaları tuhaf geldi. Bunun aslında cesaret gerektiren bir hareket olduğu o an aklıma gelmemişti bile. Aylardan hazirandı; akşamları hava çok güzel oluyordu. İnsanın tek yapması gereken kendini o güzel akşam havasına bırakmaktı. Ancak ben yalnız kalmayı tercih ediyordum; kimseyle bağım olmadan yaşamaktan mutluydum. Sanki kendimi kent ile tepe arasında kalmış böylesi durgun bir yerde bulacağımı, sabahları uyandığımda ertesi gün ne olacağını bilmemekten doğan o sonsuz ızdıraba geri döneceğimi her zaman biliyor gibiydim. Dinleyecek biri olsaydı bunu neredeyse itiraf edebilirdim ama beni ancak anlayışlı bir kalbi olan dinleyip anlayabilirdi.
Belbo tümseğin üzerine geçmiş seslere havlıyordu. Tasmasından tutup onu susturdum, gelen sesleri daha dikkatlice dinlemeye çalıştım. Çakırkeyif seslerin arasında birkaçını daha net işitebiliyordum. Sonra da bir kadının sesi duyuldu. Sonra gülüşmeye başladılar, ardından sesler yine birbirine karıştıktan sonra çok güzel bir erkek sesi yükseldi.
Geldiğim yoldan geri dönmek üzereydim ki birden durup kendime, “Delisin sen. Senin yaşlı kadınlar yolunu gözlüyordur şimdi. Varsın beklesinler.” dedim.
Karanlığın içinde şarkı seslerinin tam olarak nereden geldiğini anlamaya çalıştım. “En azından bildiğin insanlar.” dedim kendime. Belbo’yu tutup diğer taraftaki bayıra işaret ettim. Şarkının bir bölümünü mırıldandıktan sonra “Hadi oraya gidelim.” dedim. Hemen fırladı.
Sonra sesleri takip ederek patikayı izledim.
II
Yola çıktım ve gözlerimi karanlığa dikip kulağımı seslere verdim. Bayırın ilerisinden kulağıma, cıvıl cıvıl öten çekirgelerin neredeyse bastırdığı bir siren sesi süzülüyordu. Sanki oradaymışım gibi kentin âdeta donduğunu hissettim. Ayak sesleri kesilmiş, kapı çarpma sesleri durmuştu; sokaklar kasvetli ve ıssız bir hâl almıştı. Ne var ki burada yıldızların ışığı yeryüzüne âdeta parıl parıl akıyordu. Vadiden gelen şarkı sesleri de kesilmişti. Biraz ileride Belbo havlamaya başladı. Hemen yanına gittim. Birinin avlusuna girmiş, evden çıkan bir grup insanın arasına dalmış, oradan oraya zıplıyordu. Aralanmış kapının arkasından hafif bir ışık süzülüyordu.
Biri, “Kapıyı kapa, aptal!” diye bağırınca hepsi kahkaha atarak güldü. Kapı çekilerek kapatıldı.
Belbo bu insanlara yabancı değildi. Sohbetlerinde benim yaşlı kadınların esprili şekilde sözü geçti. Kim olduğumu sorgulamadan beni aralarına aldılar. Kimisi karanlığın içinde ileri geri yürüyordu. Aralarında küçük çocuklar da vardı. Hepsi yukarı bakıyor, “Gelecekler mi acaba?” diye soruyorlardı birbirlerine. Torino’dan, kişisel sorunlarından, yıkılan evlerden söz ediyorlardı. Aralarından bir kadın diğerlerinden ayrı bir yere oturmuş, kendi kendine söyleniyordu.
“Burada dans ettiğinizi sanıyordum.” diye sohbete başladım.
Az