ТОП просматриваемых книг сайта:
Hürrem Sultan. M. Turhan Tan
Читать онлайн.Название Hürrem Sultan
Год выпуска 0
isbn 978-625-6865-73-0
Автор произведения M. Turhan Tan
Издательство Elips Kitap
Piri Paşa, bu sözlerin neye delalet ettiğini anlamaya savaşırken hünkâr, koynundan bir tomar kâğıt çıkardı:
“Bak!” dedi. “Hekim Salamon’la Almaral ne yazıyorlar?”
Sadrazam şaşkın bir tehalükle kâğıtlara el uzattı ve korkak korkak mırıldandı:
“Bu adamları ben kulun tanımıyorum, adlarını yeni duyuyorum.”
“Çünkü uyuyorsun, çünkü seferin yalnız barut işi olduğuna inanmışsın.”
Ve çok şeyler bilen bir adam gururuyla anlattı:
“Salamon, Rodos’un gözü açık, kulağı delik hekimlerindendir. Almaral, şövalye tarikatının başkançılarıdır, asıl adı Andre’dir ama Almaral diye anılıyor. Bunlar, benim Rodos’u şövalyelere bağışlamayacağımı, senden daha iyi anladıkları için hizmetime can atıyorlar, kale hakkında mükemmel malumat veriyorlar ve oraya bir ayak önce varmam için yalvarıyorlar. Sen de gitmeyeyim diye yalvarıyorsun. Anla durumun ne olduğunu!”
Vesikalar gerçekten mühimdi, adanın en ücra noktasına kadar tespit olunmuş haritasını, kalenin planlarını da ihtiva eden bu dosyada şövalyeler elindeki kuvvetin kemiyet ve keyfiyeti, cephane ve zahire miktarı ayrı ayrı mukayyeddi ve her iki muhbir, adaya hücum için en münasip zamanın hulul etmiş olduğunu söylemekte müttefikti.
Piri Paşa, İtalyanca asıllarına Türkçe tercümeleri iliştirilmiş olan bu mühim vesikaları dikkatle gözden geçirdi ve tecrübeli bir vezir gibi davranarak onların ne dereceye kadar itimada layık olduklarını anlamak istedi:
“Kerem buyur, küstahlığımı hoş gör padişahım. Bir noktayı öğrenmek isterim: Bu kâğıtları kim getirdi size?”
“Mısırlı Pir Ali Reis!”
“Efendimi de gördü mü bu Pir Ali?”
“Hayır, bizim Hasodabaşı İbrahim’i tanır o.”
“Demek İbrahim Ağa bu yazıp çizme işini idare ediyor. Ben kuluna da haber vermeye lüzum görmüyor.”
“Vay kıskandın mı İbrahim’i?”
“Kıskanmadım, kıskanmam da. Fakat padişahımın birinci hizmetkârı benim. Devleti harbe götürecek işleri herkesten önce benim bilmem icap eder. Bugün İbrahim, yarın Ahmet, öbür gün Hüseyin devlet işlerine perde arkasından parmak uzatırlarsa düzen bozulur. Efendime bu ciheti arz etmek istedim.”
Süleyman, mahcup ettiğini sandığı ihtiyar vezirin birden taarruza ve tarize geçtiğini görünce kızmıştı fakat onu yerinde ve zamanında cezalandırmayı daha uygun bularak hiddetini yendi, sesini biraz tatlılaştırdı:
“Senden saklı bir iş yapılmış değildir. İşte kâğıtlar hep elinde. Sonra düşün ki İbrahim’in maksadı bana ve devletime hizmettir. Eğer o, adadaki Rum kızlarından biriyle Denizci Mahmut Reis’in seviştiğini haber almasa, Pir Ali Reis’ten de istifade etmeyi düşünmese biz ne Hekim Salamon’u ne Almaral’ı elde edemezdik.”
Piri Paşa, bariz bir hayretle sordu:
“Arada bir Rum kızı da mı var?”
“Evet, var. Bu kız, genç şövalyenin kapatmasıdır. Herifi sever görünür ama bizim Mahmut Reis’ten iki piç kazanmıştır. Şövalye bu çocukları kendinin sanıyor. Varsın, yine öyle sansın. Orası bize gerekmez.”
“Gerçekten kocamışım, bunamışım padişahım. Şu kıssadan bir şey anlamadım.”
“Dur anlatayım lala, kıssa çok nefistir. Mahmut Reis, iyi Rumca bilir. Bizim İbrahim’in de dostu. İbrahim onu Moralı kılığına koydu, bezirgânmış gibi birkaç kere Rodos’a yolladı. O, mal alıp satmak bahanesiyle orada bize casusluk edecek adamlar arıyordu. İlkin bu kızla tanıştı, çarçabuk sevişti, iki yıl içinde onu iki kere ana yaptı. Bir yandan da kılavuzlukta kullanıp Hekim Salamon’la Almaral’ı elde etti.”
“Pir Ali Reis nereden çıktı?”
“Mahmut Reis adadan ayrılışlarında İstanbul’a gelmiyor, hep Mora’ya gidiyor. Çünkü şövalyelerin de İstanbul’da casusları var. Onun için ihtiyat etmek lazım. Pir Ali Reis ise İbrahim vasıtasıyla benden aldığı emir üzerine Mora sularında dolaşıyor, Mahmut Reis döndükçe kendisiyle görüşüyor, getirdiği kâğıtları alıp buraya yolluyor.”
“Şu hâlde kale içinden alınmış demektir. Ferman buyurursanız harekete geçelim.”
“Kabilse şimdi!”
Piri Paşa yer öpüp çıktıktan sonra Sultan Süleyman, Manisa’da dul bir kadından satın alıp kendine nedim edindiği, tahta çıktıktan sonra da hasodabaşı yaptığı İbrahim’i çağırttı:
“Sadrazam…” dedi. “Rodos’a seferin vakti geldiğini anladı. Fakat kendinin atılma vakti geldiğini anlamadı. Bu işi hemen yapayım mı yoksa Rodos dönüşüne kadar bekleyeyim mi? Sözü sana bırakıyorum.”
O, sevinçten kıpkırmızı kesilmekle beraber hırsını tatmin etmekte ve ettirmekte acele etmedi, efendisinin elini öperek yalvardı:
“Beni şimdi vezir edinirsen kem nazara uğrarım, hizmetinde bulunmak şerefinden uzak kalırım. Belki sen de dile gelirsin. Onun için kerem et, Rodos dönüşüne kadar beni yerimde bırak.”
Rodos’a gidecek ordu ve donanma hazırlanıncaya kadar Süleyman, hareme girmedi, kadınlarla temas etmedi, hasodabaşıyla baş başa yaşadı. Birlikte yiyor, birlikte içiyor ve birlikte yatıyordu. Harp hazırlıklarının tamamlanması işini Piri Paşa’ya bırakmıştı, kendisi zeki ve sanatkâr nediminin yanık sesini, kıvrak sazını dinlemekle ve şarap içmekle vakit geçiriyordu. Hürrem adını taktığı körpe halayık hakkındaki duygularını, düşüncelerini İbrahim’e de anlatmıştı. Artık o isim, Hürrem ismi, âşık padişahın ağzında efsunlu bir meze bir çerez mahiyeti almıştı. Her şarap kadehi sonunda bu ismi çiğniyordu, şarap zevkini onunla olgunlaştırıyordu.
Yalnız şarap değil, saz da Hürrem’i anmak ve andırmak için vesile olup gidiyordu. İbrahim, yaya el vurup sazının tellerini:
Beni senden sanema kimse cüda eyleyemez
Meğer ol gün ki gele, canı yerinden ayıra
diye yanık yanık söyletince, Süleyman padişahlık vakarından sıyrılır gibi oluyordu:
“Öyledir İbrahim öyle. Teller doğru söylüyor.” diye inim inim inliyordu. Bazen yüreğinde alevlenen aşkın ibramiyle çılgına döner, İbrahim’in terennüm ettiği besteyi yarım bıraktırarak haykırırdı:
“Bırak dedikoduyu, bırak ruhsuz sözleri. Bana benim anlayacağım ‘kelamı’ oku.”
Hasodabaşı bu emri alır almaz nağmeyi değiştirir ve gözlerini efendisinin süzgün gözlerine dikerek sazını şu biçimde ağlatırdı:
Dağı gamin ki mihrü muhabbet nişânıdır
Sinemde saklarım ki saadet nişânıdır
Pargalı sanatkâr, efendisinin ara sıra pek üzüntü gösterdiğini görünce ayaklarına kapanıp yalvarırdı:
“Sana bir değil, bin