ТОП просматриваемых книг сайта:
Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap. Марсель Пруст
Читать онлайн.Название Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap
Год выпуска 0
isbn 978-625-6865-41-9
Автор произведения Марсель Пруст
Издательство Elips Kitap
1894 yılında tüm Fransa’yı etkileyen Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un casusluk ve vatan hainliğiyle suçlanarak yargılandığı ”Dreyfus Davası” patlak verdi ve davanın sonucunda Yüzbaşı Dreyfus’ün tutuklanarak Şeytan Adası’na gönderilmesi ülkeyi âdeta ikiye böldü: Dreyfus taraftarları – aleyhtarları şeklinde. Marcel Proust de Dreyfus taraftarları arasında yerini aldı. Olay üstünden üç yıl geçtikten sonra, 1898 yılında dava yeniden alevlendi. Aynı yıl Émile Zola’nın Fransa devlet başkanına hitaben L’Aurore gazetesinde ‘J’Accuse’ (itham ediyorum) manşetiyle yazdığı mektubuyla olayları tekrardan gündeme getirdi. Dönemin diğer pek çok yazarıyla birlikte Émile Zola’dan desteğini esirgemeyen Marcel Proust, yazmış olduğu eserlerinde de bu davayı ve davanın insanlar üzerinde bıraktığı etkileri kaleme almıştır.
Bir eş cinsel olan Proust, eş cinsellik temasını eserlerinde açıkça ve detaylı bir şekilde konu hâline getiren ilk Avrupalı roman yazarı olmuştur.
1903 yılında ağabeyi Robert evlenip evi terk ettikten sonra aynı yılın kasım ayında babası Achille Adrien Proust vefat etti. Babası sürekli oğlunun bir kariyer edinmesi konusunda baskıcı bir tutum sergilese de Marcel Proust’un sahip olduğu hastalık buna hiçbir zaman izin vermedi. Aradan iki yıl geçti ve Eylül 1905 tarihinde annesi Jeanne Clémence Weil’in vefatı Marcel Proust’u derinden etkiledi. “Yaşamım artık o biricik amacını, biricik tatlılığını ve biricik tesellisini yitirdi, anneciğim ölürken küçük Marcel’i de yanında götürdü.” diyecek derecede annesine düşkün olan Proust büyük bir buhrana kapıldı. Hayatında önemli bir konuma sahip olan annesinin vefatı üzerine sosyal ilişkileri azalan ve kendisini yazmaya adayan Proust 34 yaşına geldiğinde yaşadığı bu travma için tedavi gördü. Daha sonra deneme yazılarıyla en önemli eserinin temellerini atmaya başladı. 1908 yılı Marcel Proust’un kariyeri açısında mihenk taşıydı.
1896 yılında ilk kitabını çıkarmaya hazırlanan Proust, ünlü yazar Anatole France’ın ön sözünü yazdı Les Plaisirs et les Jours (Hazlar ve Günler) adlı kitabını piyasaya sürdü. Kitabı konusunda oldukça umut dolu olan Proust beklenmedik şekilde hüsrana uğradı. Umudunu kaybetmeyen Proust hayallerine ve ideallerine ulaşmasını sağlayacak olan esere 1905 yılında başladı; özellikle aristokrasinin çöküşü ve orta sınıfın yükselişi dönemine denk gelen Üçüncü Cumhuriyetçiler yönetimi altında gerçekleşen büyük toplumsal değişimleri konu alan Kayıp Zamanın İzinde adlı en önemli eserinin temelleri bu tarihte atıldı. Yılın başlarında yazmış olduğu denemeler ve eleştiri makaleleriyle dikkatleri üzerine çekmeye başlayan Proust, yaşadığı üzüntüsünün de etkilediği uykusuz gecelerinde yazmaya başladı. Yaşadığı sağlık sorunları her ne kadar yazmaktan alıkoysa da Proust’un zihni kitap yazmaya devam ediyordu. İçinde bulunduğu buhrandan onu kurtaran John Ruskin’in eserlerini çevirdi. Ruskin’in mimarlık ve sanata bakış açısından öylesine etkilenmişti ki bir yazarın ortaya bir eser çıkartmak için herhangi bir konuya ihtiyacı olmadığını, içinde bulunduğu, kendisinin de başkahramanı olduğu hayatını yazarak da büyük bir yazar olabileceğini onun sayesinde öğrendi. Yalnızca Ruskin’den değil Michel de Montaigne, Gustave Flaubert, George Eliot, Fyodor Dostoyevski ve Leo Tolstoy gibi edebiyatın önemli yazarlarından da ilham almıştı. Yedi ciltlik seriden oluşan Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinin ilk cildini 1913 yılında yayınladı. Du côté de chez Swann (Swann’ların Tarafı) adlı ilk eserini götürdüğü yayınevlerinden olumsuz bir karşılık alan Proust, başka bir yayıneviyle anlaşarak masraflarını kendi cebinden karşıladı. Dönemin edebiyat dünyası tarafından pek onay almıyordu Marcel Proust; çünkü sahip olduğu mal varlığı yüzünden züppe gözüyle bakılıyordu.
Bu kitabıyla da istediği başarıyı elde edemeyen Proust’un başına başka bir talihsizlik daha gelmişti: I. Dünya Savaşı. Aradan 6 sene geçtikten sonra yazdığı À l’ombre des jeunes filles en fleurs (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde) adlı eseri, serinin ikinci kitabıyla 1919 yılında Goncourt Ödülü’nü kazanmış; aldığı bu ödül sayesinde sadece Fransa’da değil tüm dünyada tanınan bir yazar konumuna gelmişti. Cefayla geçen uzun yılların ardından yazarın yıldızının parlayacağı yıl bu yıldı. 1920 yılında serinin üçüncü kitabı olan Le Côté de Guermantes (Guermantes Tarafı) iki cilt hâlinde, 1921 yılında Sodome et Gomorrhe (Sodom ve Gomorra) kitabı da iki cilt hâlinde yayımladı. Buna takriben 1923 yılında A la recherche du tems perdu (Mahpus), 1925 yılında Albertine Disparue (Albertine Kayıp), 1927 yılında Le Temps retrouvé (Yakalanan Zaman) kitabı yayımlandı.
Marcel Proust hayattayken serinin yalnızca dört kitabı yayımlanabildi; geri kalan üç kitap ölümünden sonra yayımlandı. Dokuz yaşından beri boğuştuğu hastalıklar nedeniyle hiçbir zaman babasının istediği gibi bir işte çalışamayan Proust, ömrünün son günlerine kadar yazmaya devam etti. Son üç yılını çoğunlukla yatağında geçiren Proust gündüzleri uyuyor, geceleri de kitabını tamamlamak için uğraşıyordu. 1922 yılında yakalandığı zatürrenin akciğerine sıçramasıyla hayata gözlerini yumdu. Ardından Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’na defnedildi.
Bay Gaston Calmette’e,
Derin ve içten şükranlarımın ifadesidir…
BİRİNCİ BÖLÜM
COMBRAY
I
Uzun süre, erkenden uyuyakaldım. Bazen, mumu henüz söndürmüşken gözlerim o kadar hızlı kapanırdı ki “uykuya dalıyorum” demeye bile vakit kalmazdı. Yarım saat sonra, artık uyuma vaktimin geldiği düşüncesi beni uyandırırdı; hâlâ elimde tuttuğumu sandığım kitabı yerine koyardım ve ışığımı söndürürdüm. Uyurken bile okuduklarım hakkında düşünmeye devam ederdim ama bu düşünceler kendi yollarını kendileri çizerlerdi. Kitapta bahsedilen benmişim gibi gelirdi: Bazen bir kilise, bazen bir dörtlü, bazen de I. François ile Şarlken arasındaki rekabet duygusu olurdum. Bu sanı, uyandıktan sonra birkaç saniye daha sürerdi, mantığımı yok etmezdi ama mumun artık yanmadığını fark etmemi engelleyecek kadar da gözlerimin önünde bir perde gibi dururdu. Ardından, tıpkı daha önce var olmuş düşüncelerin ruh göçü gibi benim için anlaşılmaz hâle gelmeye başlardı, kitabın konusu benden kopardı, onu düşünüp düşünmemek konusunda özgür olurdum; arkasından görme duyumu yeniden kazanırdım, etrafımı sarmış, gözlerimi ve belki de daha çok, onu nedensiz, akılalmaz, gerçekten anlaşılması güç bir şeymiş gibi algılayan ruhumu dinlendiren sakin karanlığı keşfedince şaşırırdım. Kendi kendime saatin kaç olabileceğini sorardım. Bir ormandaki kuş sesleri gibi, uzaktaki trenlerin mesafeyi vurgulayan düdüğünü duyardım; yakındaki istasyona doğru aceleyle giden bir yolcunun bulunduğu ıssız kırların