Скачать книгу

cigulinin17 kapısını açarak görüşümüzü sordu:

      – Taziye için dört yere gitmemiz gerek. Peki, hangisinden başlayalım? En uzaktakinden değil mi? Safarov’dan, hocandan.

      – Hangi hocam?

      – Selim Safar var ya, muhabir? Ne bileyim, “Bizim öğrenci ne yapıyor?” diye seni çok sorar.

      – Selim Karar yani!

      – He, onun soyadı Safarov’du. Sovyet döneminde kâtipken toplantı kararlarını mükemmel bir şekilde yazdığı için Selim Karar oluverdi. Lakap gibi bir şey, muhabir olduğu için takma isim diyoruz.

      – Hadi ya, öldü mü? Ne oldu, hasta mıydı?

      – Yaşlandıktan sonra ne yapsın, ölür yani. Yine de kim bilir, değişik dedikodular var. Oğlunun zulmünden gitti diyenler de oldu. Tek oğlan, biraz şımarık büyümüş. Böyle bir insanın evladı kötü çıktı. Karısını döverek şaşı yaptı. Bir iki yıl hapishanede de yattı. Dedecağız karışmadı, görmeye de gitmedi. “Karı koca arasında neler olmaz ki, bu da bir felaket, barışırlar belki, ortada çocukları var, ne yaptıysa kendi kaderine, bırakın onu” diye bir ağız talepte bulunsaydı, nasıl olsa el yurt içinde saygısı, şerefi var, herkes tanış, herkes insan, oğlunu çıkartabilirdi. Hayır, bir sözlü, prensipli. İşte, oğlu da hapisten çıktı, karısıyla barıştı. Uyum içindeler. Şaşı olsa da, gözünü açtığında gördüğü kendi yaptıkları. Bu arada dede ölüp gitmişti. Dediklerine göre kaynana gelinin didişmesi de artmış. Bu taraf: “Öl şaşı seni, tek oğlumu hapishaneye kapatıp kendin rahat rahat yaşıyorsun” demiş; diğer taraf: “Kendisinden bilsin, gözüm güzeldi” dermiş. Bu sefer öbür taraf daha da celallenerek: “Oğlumun yerinde olsaydım, eşek, seni vurup bu gözünü de çıkarırdım!” dermiş. İşte bu, eski ticaret.

      – Kıyamet gibi bir adamdı, dedim Selim Karar’ı hatırıma getirerek.

      – Kıyamet de laf mı? dedi babam düşünceli bir şekilde arabayı geri geri sürerken. “On yedinci yılın yedi Kasım’ında -tam da ihtilalin olduğu gün- doğdum, gerçek adımın ya Oktyabr ya Noyabr18 ya da İnkılap olması gerekirdi” diyordu. Sonra gülerek babam lafına devam etti: “Tövbe, senden on yaş kadar küçükken hangi yıl hangi ayda doğduğumu ben bile kesin bilmezken, sen anandan mı sordun?!”

      – İnanç baba, dogmatik inanç.

      – Evet, senin bahsettiğin inancın gücünü bu adamda gördüm. Matbu olan her şeye körü körüne inanırdı. Bir sayfa kâğıda matbu olarak “Kardeşin hükümetin siyasetine karşı” diye yazsan, can kardeşine el kaldırıp onu parçalamaktan da geri durmazdı. Bundan mıdır, bu ilçede üstlenmediği görev kalmadı. Raykom ve İcrakom’da19 çalıştı, önce kolhoza sonra Sovyet’e reis oldu, hasattan sorumlu oldu, polislik bile yaptı. Bu da yetmedi. Sonunda işte bu muhabirlik. Ancak hizmette geçen hassasiyeti de belirtmek gerekir: bu kadar makamda bulunmuş ama ne devletin ne de halkın tek bir çöpüne hainlik yapmıştır. Yoksa ne kadar zor yıllardı! Savaştan sonraki kıtlık zamanında kendi amcasını “Çoluk çocuğum açlıktan ölüyor” diye ağlayarak geldiğinde deponun kapısını sürmeleyerek, “Buğday yok, bunlar devletin!” deyip eli boş göndermiş, derler. İşte öyle adanmış bir insandı. Zamana ayak uydurmayı hiç bilmiyordu. Bir hayli yıl oğlunu sünnet ettirmedi. Doğru mu yalan mı, anasını cenaze namazı kıldırmadan toprağa vermiş diyenler var. Kesin bir şey diyemem, Taşkent’te okuyordum. İnancın, itikadın sağlamlığına bak! Kendisi en fazla okuryazarlık kursunu bitirmiş. Ancak kapital mi dersin, dönemin siyaseti mi dersin, gözü kapalı konuşurdu. “On dört yaşımdan beri Marksist’im” derdi adamcağız. Öldü…

      – Marksistler de ölürmüş, lafın gelişi öylesine dedim.

      – Herkes ölür. Ancak tabir yerindeyse “onların parlak hatırası gönüllerde ebedi kalır”, öyle mi?

      Masum, kinaye ile karışık bu lafa karşılık vermedim.

      İlçenin merkezinden geçiyorduk. Cadde kalabalık. Kavun, karpuz taşıyan, torba, poşet yüklenenler dönüyor. Pazar günü, pazar var.

      Gözüm onlarda olsa da düşüncelerim perişan. Hatırımda bir görüntü canlandı. Koyu yeşil renkli takım elbise. Kafasında Stalin tarzı şapka, çok cepli Stalin tarzı jile, üstü geniş altı dar pantolon, kaba malzemeli çizme, kış, yaz. Bir tarafında büyükçe not defteri, göğüs cebinde bir dizi renkli tükenmez kalem, çizmelerinin koncunda bir deste gazete, dergi.

      Bu adamı farklı kıyafette görmedim. Üstadım…

      Uzun yıllar öncesiydi, yirmi yıl olmuştur.

      Yaz stajımı ilçenin gazetesine aldırdım. Gazetenin editörü, uzaktan akrabamız Cuma ağabey görevlendirmemi gözden geçirdikten sonra, “Şiirini Taşkent’te yazarsın kardeşim, mesleğin muhabirlik, hayattan kopmaman lazım, sıradan günlük işleri de öğren” diyerek beni parti yaşamı bölümüne atadı. Bölümün müdürü Selim Karar’ı çağırarak şunları tembihledi: “Aksakal, işte bu çocuğun kulağından, kafasından çekerek onu sonbahara kadar havadan gazete yapan biri yaparsınız.”

      Selim Karar dedikleri, benim önceden büyük küçük toplantılarda karşılaştığım, gözüme çok heybetli görünen bir adamdı, büyüklüğünden hep çekinmişimdir. Sıradan bir insanmış. Nazik, mülâyim. Kimin oğlu olduğumu duyunca hemen açıldı: “Babanızla beraber çalışmıştık, yeğen. Kolhoz zamanında. Babanız elimin altındaki saymandı.” Sonrasında ise o döneme dair bir konuyla ilgili bahis açıldığında, “Babanızdan sorun” der oldu.

      Şiir yazdığımı öğrenince hayıflanarak içini çekti: “Biz de gençliğimizde yazardık. Bir gazel denemesi yapardık. Kafiyesini uyduramayınca bu tarafa geçmiş olduk. Babanızdan sorun.”

      Odun gibi bir adamın bir zamanlar şiir, özellikle de gazel yazdığına hiç inanamıyordum. Her zamanki övünmelerine yordum. Hangi muhabire sorarsan gençliğinde mutlaka şair olmayı arzulamıştır, ancak yaşam şartları elverişli olmadığı için şairlik kala kalmış. (Sanki şairlere özel ortam sağlanıyormuş!)

      Selim Karar ölesiye çalışkanmış. Masadan kafasını kaldırmaz. Sabahleyin önünde bir top gazete, demlikte çay, gözlüğünü burnuna kondurup iştiyakla mütalaa eder, kırmızı kalemle işaretler koyar. Sonra kendinden geçerek çalışanların mektuplarından türlü türlü makale uydurur. Öğle yemeği dışında dışarı çıkmak yok, dinlenmek yok, sohbet etmek yok. Odunun teki.

      Üşenmeyen bu adama baka baka sıkılırım, asabım bozulur. Şiir yazayım desem, ilham yok. İlham perileri Taşkent’te kalmış: Sonra yalnızca kara iş için yaratılan bu zatı gafletinde bırakıp sigara bahanesiyle komşu odaya kafamı sokarım. Köy işleri bölümü ile kültür bölümü bu odada. Dünyanın zevk ve lezzeti de burada. Kare odanın dört köşesini tutan dört arkadaş çoktan iki yüz sıradan malzemeyi hazırlayıp “hükümete karşı borcunu ödemiş”, şimdi ise gevezelikle meşgul.

      Başköşede oturan haylaz Nazır ağabey beni görünce:

      – Gel, gel, Stalin dedemin torunu, der hemen endişelenmiş gibi görünerek. “Sana ne oldu? Bir renk gör, hâl sor. Hepsi Stalin zaliminin zulmünden. Nasıl, kendisi oturuyor mu? Ona dev bile çarpmaz, tasfiyeden kalmış biri. Buraya gelsene, kardeşim ya, tas tamam olmuşsun. Seni kendim iyileştirmezsem…” Yanındaki demir sandıktan bir şişe alır: “İşte bundan azıcık alıverirsen insan olur çıkarsın. Ne diyorsun? Şaşırma. İlaç bu ilaç, kultamitsin. Kult

Скачать книгу


<p>17</p>

araba markası

<p>18</p>

Rusça, oktyabr: ekim; noyabr: kasım.

<p>19</p>

Komünist partisinin ilçe ve idari komiteleri